Ustalarımızın bize verdiği öğütlere ne oldu? Jack London yayıncılardan 650 ret mektubu almış...
1-Haftanın ilk günü Onur Behramoğlu ile söyleştik. Beyaz yakalı olarak, o çevreyi gözlemek şaire iyi gelmiş bence. Şiirsiz toplumun kendini nasıl savunacağına dair akıl yürüttük. Artık sosyal...
1-Haftanın ilk günü Onur Behramoğlu ile söyleştik. Beyaz yakalı olarak, o çevreyi gözlemek şaire iyi gelmiş bence. Şiirsiz toplumun kendini nasıl savunacağına dair akıl yürüttük. Artık sosyal medya, çoğu yalan yanlış dizelerle, her duyguyu sıradanlaştıran şiirlerle(!) dolu. Kendine şair diyen duygu esnafını kenara koyuyorum, bir de popüler kültürün yarattığı, ucuz başlıklara indirgenmiş yeni edebiyat(!) var. Kimi buna “sokak edebiyatı” diyor, bana kalırsa açık lümpenlik. Üstelik derinlemesine okumaya engel bu slogancı dergiler. Turgut Uyar, Cemal Süreya, Can Yücel fotoğraflarıyla kapak yapılıyor, iki satır yazıyla sunuluyor okura. Hevesli genç orada tanıtılan kişiyi gerçek sayıyor, öyle ki, internetten doğrudan alınan yanlış dizeler, bu yolla kitleselleşiyor. Bu dergiler yanlışı yaymakta öncü! Çok tuhaf. Artık elek yok, sağlıklı eleştiri çoktan yitti. Bir avuç edebiyat okuru kaldık birbirimize!
Sosyal medyanın edebiyat düşmanlığı tehlikeli halde. Uzun tasvirlerle, garip sözcüklerle bezenmiş gazete metinleri paylaşım rekoru kırıyor. Ustalarımızın bize verdiği öğütlere ne oldu? Hoş o metinleri yazan da, okuyan da sanırım ustalardan habersiz... Tahsin Yücel’i yine andım. Bir söyleşimizde “Yalın yazmak güç olandır” demişti. Ömrünü yalın, sade yazabilen biri olmak için harcamıştı Tahsin Hoca! Gençlerin cep telefonuyla kurdukları ilişki, derinlemesine düşünmeyi engelliyor. Her şey hemen olup bitsin istiyorlar. Oysa edebiyat yavaşlık ister. Düşünmeye, haz duymaya zaman kalmalı...
2-‘Ozan Arif’ öldü. Ülkücü camia hayli kederlendi. Ozan Arif kimdir? Uğur Mumcu, Aziz Nesin, Hrant Dink’in ardından sövgüler düzen biri. Türkçü(!) Bence herhangi biri için bu dizeleri(!) yazan kimse, kendi ırkını da sevemez ya, neyse. Bu arada nasıl tehlikeli sınırlarda dolaştığımızı da gördük. Ülke tepeden aşağı nefret diliyle konuşuyor. Milliyetçilik, kaçınılmaz biçimde ırkçılığa doğru yol alıyor.
O gelenekten yeşeren Ankara CHP adayı Mansur Yavaş hemen üzüntüsünü dile getirdi, sosyal medyadan paylaşım yaptı. Kabaca dedi ki: “Türk şiirinin büyük ozanı öldü.” Ozan Arif’in yazdıklarını kenara koysak bile ki imkânsız bu, şairliği için ne diyeceğiz peki? Onur Behramoğlu dayanamadı: “Türk şiirinde Ozan Arif diye bir şair yoktur” diye yazdı. Haklı Onur... Üzerine Kılıçdaroğlu, Pir Sultan’la Ozan Arif’i eşitleyerek tüy dikti. Anlaşılan o ki ülkede şiirsizlik ittifakı çoktan iktidar olmuş! Kılıçdaroğlu danışmanlarına sorsaydı; “Kime şair denir?” diye, mutlaka bilen çıkardı... Yavaş kazanınca Ankaralılar “Ozan Arif Günleri”ne hazır olsun, seneye anması var! Özhaseki kazanırsa da çaktırmadan “Şair Fetullah Gülen günleri” yaparsa şaşırmam ya, neyse...
3-Tüm hafta yollarda, otel odalarında geçiyor. Yazarların tuhaflıkları üstüne düşünürüm sıkça. Yazarlık/okurluk üstüne kalem oynatmayı seviyorum. Severek okumadığım, merakıma yenik düştüğüm için de elimden bırakamadığım “Sıradışı Yazarlar” kitabını bitirdim. Türlü türlü yöntemleri var yazarların. Kimi karanlıkta, sadece sayfasını aydınlatan loş ışıkta yazıyor; kimi banyoda, küvette geçiriyor saatlerini; bazısı Hemingway gibi ayakta yazmaktan hoşlanıyor. Bu arada Jack London’un eserlerini gönderdiği yayıncılardan 650 ret mektubu aldığını öğrendim mesela. Şimdilerde yayıncı bulamayanlar, bastırıp parayı kitap yapıyorlar yazdıklarına. Oysa yayınevi damgası bir tür onaydır. Eğer ciddi yayın yönetmenleri varsa, editörler hassassa bu yazara güç verir. Şimdi yayın piyasası bu güçten uzak gerçi...
Ferhan Şensoy’un “Oteller Kitabı” geldi aklıma. Bir ara tiyatro yapmak için uzun süre kaldığım Ankara’da otel odasında yaşar olmuştum. Dışardan bakınca konforlu, kolay yaşam gibi görünüyor ama bana göre değil. İnsanın evi olmalı. Hoş bu satırlar otel odasında yazılıyor, o ayrı...
4-Adana’da eczacılara konuşma yaptım ilk gün. Akşam kebap yemeye davet ettiler, yörenin güzel bir lokantasında ağırladılar. “Sıra Gecesi”ne ilk kez tanık oldum. Gürültülü müzik eşliğinde millet kendinden geçmiş garip beden hareketleriyle dans ediyordu. Sessiz köşeye geçtik, bir ara kulak misafiri oldum, davullu zurnalı “İzmir Marşı” çalmaya başladı. Ahali son derece mutlu, haykırarak marşı '73öyledi ve yine benzer hareketlerle oynamaya devam ettiler! Şaşırdım kaldım...
Ertesi sabah bir video gördüm, bu kez “İzmir Marşı” İstanbul adayı Binali Yıldırım’a uyarlanmış biçimde mehter takımınca çalınıyor. Memleketi neresinden tutsak elinde kalıyor. “Mustafa Kemal Ticaretinde Bugün” diye köşe yapmak lazım gazetelerde, her gün bu durumu suiistimal edenler teşhir edilmeli...
5-Sabah gazetesi yazarı Salih Tuna iki gün köşesini bana ayırdı. Timur Selçuk eleştirimi eleştirmiş, bir de Sabah’a “kâğıt tomarı” dememe kızmış. Önce yanıt vermeyecektim, mecbur kaldım. Tuna ile Kanaltürk zamanı dört konuklu program yapıyorduk. Ümit Zileli, ROK, bir ara Taha Akyol’un oğlu, Tuna ve ben. Davutoğlu dışişleri bakanı olduğunda ben “Tarihin en kötü bakanı” dedim yayında. Salih reklam arasında “haklısın” dedi. Suriye meselesinde iktidarın yanlış yaptığını biliyordu da, açıktan söyleyemedi bir süre. Yalnız hakkını yemeyeyim, ilk günden FETÖ’nün farkındaydı. Hatta “AKP ayrı, Erdoğan ayrı” derdi. Ben fark nedir bilmiyorum ama “o halde tanıştır da anlayalım” demişim, öyle yazdı. Yalnız köşesinde öyle söyledi ki bunu, sanki ben RTE ile özel ilişki kurmak istermişim gibi... Telefon açtım söyledim. “Ben hak yemem, doğru söylüyorsun” dedi. Bir hak teslimi daha yaptı: Gezi zamanı yayına gelmişti ve orada yabancı basının kışkırtıcı rolünden söz ediyordu. Ben Gezi’nin tertemiz süreç olduğunu söyledim ve ekrandan, üstelik CNN TÜRK ekranından esas CNN’e sert sövmüştüm. “Hem antiemperyalist, hem antikapitalist olmak zorundayız” diyerek, tanığım, dedi Tuna!
6-Tuna üst üste yazınca, birbirimizi anlamak için iki kez telefonda konuştuk. Dedi ki: “Sen insanların Sabah’a söyleşi vermesine niye kızıyorsun, eskiden kutuplaşmaya karşıydın.” Dedim ki: “Sabah’a konuşan sola, sosyalistlere küfür ediyor. Bunu yapana saygı duymam!” Basın özgürlüğü meselesi uzun konu. “Yandaş”, “Havuz” kavramları durup dururken mi çıktı? Ben Tuna’yı Halk TV’ye, yüz yüze konuşmaya davet ettim, yanıtını bekliyorum.
Yazısının bir yerinde benim “Atatürk Tacirleri” tarifimden Yılmaz Özdil ve Uğur Dündar’ı kastettiğim sonucunu çıkarmış. Tuhaf, eğer birinden söz ediyorsam adını açıkça veririm. Özdil’in kitabı hakkında yazdım da. Her yapıt, yazar eleştiriye açık olmalıdır. Uğur Dündar hakkında bir cümle etmişliğim yok. Sordum: “Uğur Dündar’la beni niye karşı karşıya getirmek istiyorsun?” diye. Dedi ki: “Öyle bir niyetim yok, ironi yaptım.” Ben anlamamışım, eminim Uğur Dündar doğru anlamıştır... Yine de not koyayım...