Adalet, merhametten koparsa
Sanıyorum Batı tarzı bir eğitim almanın düşünce tarzımdaki en büyük etkisi, “adalet mi merhamet mi daha önceliklidir?” sorusuna, fazlaca düşünmeden hemen “adalet!” diye cevap vermekti. Oysa...
Sanıyorum Batı tarzı bir eğitim almanın düşünce tarzımdaki en büyük etkisi, “adalet mi merhamet mi daha önceliklidir?” sorusuna, fazlaca düşünmeden hemen “adalet!” diye cevap vermekti. Oysa “ahlak mı önce gelir siyaset mi?” sorusunu kısa bir bocalamadan sonra elbette “ahlak” diye cevaplayabilmiştim. Manevi sezgilerim ahlakın önceliğini fark ediyordu, sorunların çözümü için siyasetin şart olduğunu görüyordum ama nasıl bir siyaset sorusunu biraz hızlı geçiyordum. Önce adaleti hukuk devletine havale ettim, daha sonra adaletin aynı zamanda insan tekinde mündemiç ahlaki bir erdem olduğunu idrak edince, onu içimizdeki sismograf olarak öne çıkarmaya, bu sayede siyaseti de ahlaklandırabileceğimizi düşünmeye başladım.
“İslam’da ahlak, hukuktan bağımsız değildir, ahlak hukukun yardımcısı değil, aksine hukuk ahlakın yardımcısıdır... Bizim Batı ile farkımız buradadır sanırım. Batı’da esas olan ahlaktan önce hukuktur. Hukuk’a riayet ettikten sonra insanın kendi içinde ahlaklı olup olmaması kendi bileceği bir şeydir... Bizde ahlakın sağlanması esastır. Ahlak ise öncelikle Halik ile alakalı bir durumdur ve sadece diğer insanların hukukuna saygı göstermesiyle insanın görevleri bitmiş olmaz. Esas olan Allah’a karşı saygılı olmasıdır ve bu yalnız başına bulunduğunda da, hatta kalbinin eylemleriyle de olması gereken bir şeydir. Ve ahlakın asıl konusu kalbin eylemleridir” (Yeni Şafak/4 Ekim 2015). Bu sözlerin sahibi Faruk Beşer Hoca ile tamamen hemfikir olduğumu belirttim. Ama o noktadan itibaren kalbin eylemleri üzerine kafa yormak yerine, ahlaki erdemlerin gelişimi ve önemi üzerine kafa yormak yerine adalet merkezli düşünmeye devam ettim. Adaletin temelde ahlaki bir erdem olduğunu anlamıştım ama eski düşünme alışkanlıklarım nedeniyle bir türlü siyasi bağlamın dışına taşmış bir anlamda kavrayamıyordum. Siyasi bakışımda büyük tesiri olan rahmetli Aydın Menderes’in 1995’te “Gelenekselci Çevrecilikten Gelenekselci Liberalizme” kitabımıza yazdığı Önsöz’deki şu sözleri kendime dayanak yapıyordum:
“İnsan hakları, hürriyetler, hukuk devleti, demokrasi gibi kavramları tek bir kelime ile ifade etmek istersek bu adalet olur… Batı’nın adaleti ile İslam’ın etkisi altındaki Doğu’nun adaleti birbirinden çok farklıdır… Adalet, Şarkta a priori, Batı’da ise a posteriori bir kavramdır. Şarkta adalet; hayatın anlamı, bu ve öbür dünyanın anahtarı, huzurun tek bayrağıdır. Bunun içindir ki adalet, uygulansa da uygulanmasa da zihinlerde ve vicdanlarda her zaman var olmuştur…
Batı’da insan hakları, demokrasi, hukuk gibi (hepsi adaletle ilintili) kavramlar, çifte standartlı bir uygulamaya konu olurlar. Adalet, Batılıların kendi aralarında gereklidir. Başka toplumlara ve insanlara tam tersini yaparlar. Sebebi açıktır. Adalet, Batı için her türlü beşerî davranış ve ilişkiden önce var olan bir kavram değil, toplumsal hayata ait pratiklerin bir toplamı ve güç dengelerinin kaçınılmaz bir sonucudur… Batı, sadece gücü ister. Başka türlü davranması mümkün olunca da adaleti bırakıverir.
Hâlbuki İslam, adaleti bütün insanlar için emretmektedir. Adalet hem talep etmek hem de uygulamak açısından fıtri bir olaydır. İslam da fıtratın dinidir. Kendisinin bir yaratıcısı olduğuna inanmayan, bütün insanların bu yaratıcı önünde eşit olduğunu göremeyen insan, adaletten çok zulme meyyal olur. İslam bunu istememektedir. Hal böyle olmasına rağmen adalet, Batı’da daha fazla uygulanır haldedir. Batı, güç dengesi üzerine oturur. Şark ise güç fetişizmine doğru yozlaşmıştır… Bu tezat, bir medeniyetin ihyacısı ve inşacısı görevini yüklenecek organik aydınların önünde mutlaka çözülmesi gereken bir mesele olarak durmaktadır.”
Faruk Beşer Hoca gibi rahmetli Aydın Menderes de yanılmıyordu. Benim ahlaklı siyaset savunmalarım, adaletin önemine dair söylediklerimde de bir sorun yoktu. Bunlar doğru ve yerli yerinde sözlerdi. Ama eksik olan, sorunlu olan, meselenin kökenine doğru gidememek, kalbin eylem sahası üzerine düşünememekti. Hal böyle olunca adalet mücadelesi, adil bir dünya için çabalamak denince aklıma ilk önce siyaset geliyordu. Ahlak ve maneviyatın önemi vurgulanınca yapılanın reel-siyaset olmaktan kurtulacağını sanıyordum.