Affedebilen
Affeden insan, karşısındaki hak etmiş olan cürüm sahibine acı çektirme, cezalandırma hislerini durdurabilen kimsedir. Ne ki affedebilmek için başka erdemlerin de yardımı lazım. Bir başka deyişle affedebilen...
Affeden insan, karşısındaki hak etmiş olan cürüm sahibine acı çektirme, cezalandırma hislerini durdurabilen kimsedir. Ne ki affedebilmek için başka erdemlerin de yardımı lazım. Bir başka deyişle affedebilen insanın başka erdemlerinin de bulunması gerekli. Bunlardan birisi, anlayışlı olabilmek…
Dilimiz ne güzel! Davranışlarımızın nedeninin karşımızdaki tarafından anlaşılmasını isteriz. “Beni hemen yargılama”, “Bana karşı önyargıyla hareket etme” deriz. Eğer davranışlarımız bir suça karşılık geliyorsa ve bir cezayı hak ediyorsa mahkemeye, hâkim karşısına çıkmak istememekten değildir bu talebimiz. Hatta tam tersidir, cezamız neyse çekmeye hazır olduğumuzda daha çok anlaşılmak, içimizde denetimden çıkmış kötülük bilinsin isteriz. Bir insanı, bir eylemi anlamak da her zaman hak vermek değildir zaten. Hiç hak vermediğimiz birini ya da eylemini de pekâlâ anlayabiliriz. İşte insan olarak anlaşılmak istemenin, zarar verdiğimiz, canını yaktığımız, gerilime sürüklediğimiz muhatabımızın vicdanındaki karşılığıdır affetme. “Seni anladım” der affeden insan, “Neredeyse hiç hak vermiyorum ama kesinlikle anladım”.
Affetmenin başarabilmesi için araya bir faktörün daha karışması gerekir. Bu faktör, pratik akletme yetisi yani basirettir. Bize karşı hata yapıldığında, suç işlendiğinde içimizde intikam ateşi yanmaya başlarken zihnimizin denizinde (ki zihnimiz bir deniz gibiyse elbet) bir basiret dalgası sökün eder, ateşi söndürmek ister. Affedebilen, zihninde intikam ateşini söndürecek basiret pınarında bolca su bulundurur. Olan olmuş, giden gitmiştir; hiçbir ceza, hayatı tersine doğru çalıştırmayacak, öfke ve hiddetimizi yatıştırmak dışında fazlaca bir işe yaramayacaktır. Tamam, içimizin soğuması da bir şeydir ama intikam, intikamı körükleyecek, sonu gelmeyen ve kimseye de fayda sağlamayan bir kan davası, hayatı bize zehir edecektir.
Basiret de tek başına yetmez, insanlığının hürriyetinden suçluya da verebilecek kadar cömert olandır affedebilen. O yüzden her affediş, bir hürriyet bağışıdır. O yüzden birçok dilde olduğu gibi dilimizde de affetme, bir bağış verme, bağışlamadır.
Peygamberimiz (SAV), Uhud Gazası’nda yüzü yaralanıp dişi kırıldığında, “Ya Rabbi, bunlara hidayet et, tanımıyorlar, bilmiyorlar” buyurmuştur. “Baba, affet onları: Ne yaptıklarını bilmiyorlar!” dediği ileri sürülür Hz. İsa’nın. Bu sözlerdeki derin varoluşsal hikmet açıktır ve konumuzla doğrudan bağlantılı değildir. Ama affetme ve cehalet bağlantısını konuşmalıyız.
Affetmenin zaruretini anlatabilmek için kimi zaman hata yapanın, suç işleyenin cehaleti gündeme getirilir. Ortada bilinçli bir kötülük değil, bilmemekten kaynaklanan bir hata olduğu söylenir. Bu durumda “ceza”nın yerine eğitimin alması gerektiği düşünülür. Bazıları da itiraz eder: “Hiç olur mu kötülüğü cehalet ile açıklayamazsınız. Cahillik, affedilmez mazur görülür, asıl affedilmeyi gerektiren basbayağı bilinçli kötülüktür” der. Bence de eğitimle her şeyi halletmeye kalkanlar değil, bu bazıları haklı. Affetmenin alanı, bilgisizlikten gelen bir hata, beceriksizlikten kaynaklanan istemeden verilmiş bir zarar değildir. Öyle durumlar olsa olsa özür dilemenin ve nezaketin içinde ele alınabilirler.