Güvendiğimiz dağlar
Güven konusunda konuşuyorduk. Annenin başrolde olduğu temel güven ortamının işlevini daha sonra devletin üstlenmek durumunda olduğunda, bu tespitin devletin ortaya çıkışını ve işlevini izah ederken işe...
Güven konusunda konuşuyorduk. Annenin başrolde olduğu temel güven ortamının işlevini daha sonra devletin üstlenmek durumunda olduğunda, bu tespitin devletin ortaya çıkışını ve işlevini izah ederken işe yarayabileceğinde kalmıştık. Evet, devletin ortaya çıkışı da, işleyişi de güvenle çok alakalı. Ama güvenin ne odluğu ve nasıl algılandığı da toplumsal kültürle sıkı sıkıya bağlantılı. O yüzden doğrudan, kestirme çıkarımlar yapmamak, kolaycılığa düşmemek gerekiyor.
Meşhur “Tarihin Sonu” kitabının yazarı Francis Fukuyama’nın 2005 yılında dilimize de tercüme edilmiş “Güven” adında bir çalışması var. Fukuyama, bu kitabında toplumları ve uluslararası ekonomik farklılıkları, yukarıda bahsettiğimiz yalnızlık çalışmalarında olduğu gibi yüksek ve düşük güven düzeyine göre ikiye ayırarak inceliyor. Sonucu tahmin ediyorsunuz. Toplum birbirine az güveniyorsa, sosyal sermayesi ve birlikte iş yapma kapasitesi de düşük olacaktır. Biliyorsunuz Fukuyama’dan pek haz etmem, yüzeysel bulurum. Ama kabul etmeliyiz ki “Güven”de yazdıkları, kültürel farklılıklardan kaynaklanan siyasi çatışmaların yerküreye hızla ve tehlikeli bir biçimde yayıldığı günümüzde çok önemli tespitler. Özellikle son zamanlarda Batıda hızla yükselen ırkçılık, şiddete eğilim ve İslamofobinin yol açtığı güvensizlik duygusunun onlar için nelere mal olacağını düşünmelerine yol açabilir. Aynı değerlendirme siyasi dönüşüm ve ayrışmanın sonuçlarını değerlendirirken bizim için de önemli.
“Dünya Değerler Araştırması”na göre Türkiye, aile dışındaki kişilerin birbirine güven duyma düzeyi açısından 55 ülke arasında, epey gerilerde. Zaten birbirimize güveninizin düşük olduğunu görmek için böyle araştırmalara da gerek yok, burada yaşıyor, biliyoruz. Şüphesiz bu durum sosyal sermaye gücümüzü, “bir araya gelebilme, birleşebilme yeteneği”mizi azaltıyor. Bu açık ama güven meselesi bizde tıpkı Batı’daki gibi mi? Âlimlerimizin bu konuya kafa yormaları, riskleri ve imkânları ortaya çıkarmaları gerekiyor.
Geçenlerde TRT Haber’de, Cumartesi geceleri Kemal Sayar ve Seval Çöpür ile birlikte yaptığımız “İnsanlık Hali” programına konuk ettiğimiz düşünürümüz Süleyman Seyfi Öğün, Batı’da ve bizde “güven” ve “inanç” kavramlarının serencamını farklı olduğunu çok iyi bir biçimde analiz etti. Yaşadıkları çatışma ve kaosun neticesi batılıların özellikle sözünde durma açısından birbirlerine güvenmeyi öğrendikleri ve sağladıkları bizimse inancı esas alan bir toplum olarak modern yaşama intibak edemememiz üzerinde durdu. O konuştukça ben hem inanmayı hem birbirimize ve kurumlarımıza güvenmeyi nasıl sağlayacağımız üzerine çok kafa yormamız gerektiğini düşündüm.
Tamam, bizde güven açısından durum farklı, amenna ama bu durum birbirimize pek de güvenmememizin menfi sonuçlarına karşı bizi bağışık kılmıyor ki… Birbirimize güvensizliğimiz burada başta hukuka, yasalara, liyakate, kurumsallaşmaya dayanmamak olmak üzere birçok alanda inanılmaz zararlar veriyor. “Burası Türkiye, inanç toplumu” deyip geçemeyiz.
Hukukun egemenliği, güçlü sivil toplum, yolsuzluğun düşük oluşu, kültürel homojenlik, refah, ekonomik eşitlik, eğitim düzeyi güveni arttıran unsurlar. Birbirimize güvenin yerine rejime güvenmemizin daha önemli olduğu dikte edilen totaliter yapılarda elbette güven azalıyor. Araştırmalar açıkça böyle gösteriyor. Bu araştırmalar, bizde işlemez deyip kenara çekilemeyiz. Mutlaka demokrasimizi ve hukuk devleti işleyişini güçlendirecek tedbirler almak, inançlı toplum oluşumuzu bu amacı kolaylaştırmak için seferber etmek durumundayız. Siyaset ve yasalar da en az ahlak kadar güven inşasında önemli. Bu durum Aristo’dan beri bilinir; dostlukların dahi demokrasilerde tiranlıktan daha kolay geliştiği ve yaygınlaştığı evrensel bir husustur. Zira dostluk, her zaman risk içeren kişiler arası alanda güven sayesinde bu riski almanızı sağlar.