Merhametten maraz doğmaz!
Merhamet üzerine daha önce de yazılar yazdık, bir erdem olarak öneminden, vazgeçilmezliğinden bahsettik. “Modernliğin aklı ve bilimi önceleyen yanına elbette sahip çıkmalıyız ama araçsal aklın...
Merhamet üzerine daha önce de yazılar yazdık, bir erdem olarak öneminden, vazgeçilmezliğinden bahsettik. “Modernliğin aklı ve bilimi önceleyen yanına elbette sahip çıkmalıyız ama araçsal aklın hakimiyetini, kapitalizmin ve tüketimin inanç ve değerleri yok edici, maneviyat düşmanı yanını reddetmeliyiz. Küreselleşen ve tek başına kurtuluşun imkânsız hale geldiği bir dünyada, gidilen yolun çıkmaz sokak olduğunu, buradan ne insanlığa ne kendilerine mutluluk çıkmayacağını söyleyen batılı düşünürlerin görüşlerinin eşliğinde, insanlığa kavramlarımızı yeniden hatırlatmalı ve geleneğin ihyası için bir teklif götürmeliyiz” dedik. Hatırlatılacak kavramlardan birisi de “merhamet” idi. Ki zaten “merhamet”in Pozitif Psikoloji çevrelerinde gündeme gelme sıklığı artmaya başlamıştı. Lakin merhameti künhüne vakıf olarak idrak edebilmek çok zordu.
Bu zorluk nedeniyle, Zülfü Livaneli “Huzursuzluk” romanında “merhamet zulme merhem olamaz” de(dirt)miş, biz de her ne kadar “zulme karşı mücadelede merhamet pekâlâ sağaltıcı bir merhem olabilir” diye itiraz etsek de Livaneli’nkine benzer bir yanılsamayla, fazla merhametin adaletin tecelli etmesine mani olacağı fikrinden vazgeçememiştik.
Merhametin ne kadar temel bir erdem olduğunu ancak Kur’an’daki “kalb” kavramının manasını araştırırken anlayabildim. Kalb, içimizdeki manevi merkezi simgeliyordu. Fıtratında iyilik ve temizlik vardı. Bir insanın kalbi doğal saflığını, selim fıtratını koruyor ise doğruyu kolayca bulabiliyordu. Ama kötü davranışlarda ısrar edenlerin giderek kalpleri kararıyor en nihayetinde mühürleniyordu. Merhamet, doğrudan doğruya kalpten gelen, bir kalbimiz olduğunu bize gösteren bir duygu idi. Başlangıçta herkeste potansiyel olarak vardı, aile terbiyesiyle gelişip güçlenebiliyordu ama kötü davranışlarla kalbi karardıkça insan, merhametini yitirebiliyordu. Bunu idrak edince, neden merhametin Kur’an’daki temel kavramlardan olduğunu ve her işin başında Besmele’nin geldiğini kolayca görebiliyordunuz. “Rahman”, Allah’ın zati sıfatlarından, insan için kullanımı söz konusu olamazdı ama “Rahim” öyle değildi. Merhamet, anne rahminde başlıyor, Allah’ın “Rahim” sıfatı, kalbi olması hasebiyle insanda da yankılanıyordu. Ne ki, o kalbi hep iyilikle beslemek, körelmesine mâni olmak gerekiyordu.
Tüm bunlar muvacehesinde, bizim medeniyetimiz ancak ve ancak bir merhamet medeniyeti olabilirdi. Bugün başımıza menfi manada ne geldiyse bu idealden uzaklaşmakla ilgiliydi. Adaleti ve siyaseti öne çıkarıp, merhameti ve kişiliği geri planda tutmakla hata yapıyorduk. Bir an önce tüm dikkatimizi merhametin hâkim olduğu ilişkiler ve merhametli nesiller için çabalamaya hasretmemiz şarttı. Adalet elbette çok mühimdi. “Adalet nedir? Bir şeyi lâyık olduğu yere koymak. Zulüm nedir? Lâyık olmadığı yere koymak…” diyen Mevlâna haklıydı. Adil insan olmadan adaletin uygulanamayacağını düşünenler doğru düşünüyordu. Lakin merhametli olmadan nasıl adil olunacaktı? Hem canavarca suç işlemiş dahi olsa bir insana işkence etmemek hem de onun en kısa sürede hak ettiği cezaya çarptırılmasını sağlamak ancak merhamet sayesinde mümkün olabilirdi. Hem suçluya hem mağdura ve hem de topluma merhamet lazım olduğundan bir an önce adaletin tecellisi gerekiyordu. Merhamet, hiç de sanıldığı gibi suça teşvik manasına gelemezdi…
Lütfen dağarcığınızdan atın bu sözü! Merhametten maraz doğmaz. Maraz doğacaksa bizim gösterdiğimiz merhametten değil, marazi kişinin kişiliğindeki merhametsizliktendir. Peki ya, “Merhamet etmeyene merhamet edilmez” hadisi? Bu hadis de asla merhamet aleyhine kullanılamaz. “Kula merhamet etmeyene Allah merhamet etmez” manasındadır Hz. Peygamber’in bu ifadesi. Merhamet olunabilmemiz için bizi, başkalarına merhamet etmeye teşvik edici mahiyettedir…
“İmanı hikmetsiz! Hikmeti adaletsiz! Adâleti merhametsiz! Merhameti muhabbetsiz! Muhabbeti belden yukarısını bilmez!..” diye geçenlerde sosyal medyadan uyarıyordu üstat Sait Başer. Kanaatimce bu sözleriyle erdemlerin birbirleriyle kopmaz ilişkisini, birisini yitirdiğimizde hangi kılığa girersek girelim alacağımız hali kast ediyordu. Tek bir insanı, daha doğrusu insan olamamış halimizi, beşerliğimizi anlatmaya çalışıyordu…