“Ölüyoruz demek ki…”
Filozof olmaya lüzum yok, ölüm hakkında söz söylemek için. Ölümün, bir gün biz işimizi bitirmeden geleceğini, görevimizi henüz tamamlamamışken acımasızca bizi yarıda keseceğini...
Filozof olmaya lüzum yok, ölüm hakkında söz söylemek için. Ölümün, bir gün biz işimizi bitirmeden geleceğini, görevimizi henüz tamamlamamışken acımasızca bizi yarıda keseceğini adımız gibi biliyoruz. “Zaman”, ne dışımızda akıp giden bir şeydir ne de içimizde, an be an ilerleyen bir şey. Ne o, ne ötekidir; hem onu hem ötekini içerir. Ölüme, bu açıdan bakıldığında bir gün başımıza gelecek bir “olgu” değil, geride kalan hayatımız; geçip giden zaman diyebiliriz.
Aslında her an ölüme doğru yürüdüğümüzü, Montaigne'nin “Yaşamınızın sürekli işi ölümü inşa etmek. Yaşamdayken ölümdesiniz, yaşıyorken ölmektesiniz” sözünü bilim de doğruluyor. Hücresel düzeyde her daim ölüp duruyoruz. Ölümün bu her an olmakta olan halini Türkçe'nin yapısı çok güzel ifade ediyor. “Ölüm” ile “olum” arasında üç noktalık incecik bir fark var yalnızca. Her “olan” aynı zamanda, zamanın içinde kaybolup gidendir; “ölen”dir. İşte bu yüzden “Olmuşla ölmüşe çare yoktur” denilir.