Örgütlü manevi topluluklar ve demokrasi (II)
Kendi düşünce serüvenimden yola çıkarak modern toplumda örgütlü maneviyat olarak karşımıza çıkan yapılarla ilgili olarak, demokratik tavrın nasıl olması gerektiğini tartışıyordum....
Kendi düşünce serüvenimden yola çıkarak modern toplumda örgütlü maneviyat olarak karşımıza çıkan yapılarla ilgili olarak, demokratik tavrın nasıl olması gerektiğini tartışıyordum. 2008’e kadar hakiki bir demokrasi için örgütlü manevi yapıların yumuşak bir biçimde tasfiyesinden yana olan bir tavır içindeyken daha sonra bu tavrımın cemaatler ve demokrasi lehine değiştiğinden söz etmiş, 2012’deki bir yazımdan örnek vermiş, buradan devam edelim, demiştim.
Paralel devlet yapılanmasının teşhis edilmesi ve 17/25 Aralık 2013 girişimiyle birlikte, birçoğumuz, örgütlü manevi yapıların devleti ele geçirmek ya da taraftarları lehine devlet imkânlarını kullanmak amaçlı girişimleri karşısında ciddi ciddi düşünmeye başladık. (Elbette ciddi düşünce deyince, toplumdaki tüm örgütlü maneviyat çabalarının kökünü kazımak lazım geldiği şeklindeki sözde fikirleri değil demokrasi içinde bu sorunun nasıl halledileceğini kast ediyorum.) Ben ilk kez 9 Mart ve 24 Temmuz 2014’te bu köşedeki yazılarımda konuya temas etim.
“Yeni Türkiye’de mutlaka zihinlerin netleşmesi gerektiği alanlardan birisi de cemaatlerin devletle ilişkileri ve toplumsal konumlanışları… Dini cemaatler, eski Türkiye’deki tüm baskılara rağmen azımsanmayacak ölçüde hep var oldular; şimdi de varlar. Eski Türkiye siyaseti, dini cemaatlere karşı bir yandan yoklarmış gibi yaparken bir yandan da onları oy deposu olarak gördü, onlar için milletvekilliği ve devlet yönetimi kontenjanları ayırdı. Eski Türkiye siyasetinin bu çıkarcı körlüğü hem cemaatlere büyük bir haksızlıktı hem de paralel yapı gibi dini görünümlü bir oluşumun devleti ele geçirme çabasını teşhis edebilmekte aciz kaldı.
Yeni Türkiye, ülkemize ve toplumumuza asla yakışmayan bu siyaset anlayışını reddetmek, siyasete demokratik, yapıcı ve kurucu bir muhteva kazandırmak zorundadır. Toplumu ve insanı hem devlete hem piyasaya önceleyen Yeni Türkiye’de devlet, milletin örgütlenmiş hali; hür vatandaşlar ise milletin gücünün ve potansiyellerinin taşıyıcısı olmak durumundadır… Toplum, hür ve eşit vatandaşların varlıklarını ifa ettikleri ilişkiler ağı olarak görülmeli; insanlar, sivil toplum örgütlerini serbestçe kurabilmeli ve onlara dilediğince katılabilmelidir. Devlet, vatandaşları arasında asla ayrım yapmadığı gibi herkese ve her kesime karşı eşit mesafede ve hakem olmak zorundadır. Yeni devlet, ‘hakem’ sıfatından ayrı olarak liyakate dayanmalı yani meritokrasi ilkelerine göre çalışmalıdır. Sivil toplumdaki tüm taraflar, devletin çatışma-dışı kalması ve meritokrasinin galebesi, emanetin gerçekten ehline verilmesi için elinden geleni yapmalıdır.” Bu prensiplere uyulmaması, bize göre, zaten ceza hukukunu ilgilendiren hususlardı; iltimas, adam kayırma, mahremiyet haklarının ihlali ve çıkar amaçlı örgüt kurmak zaten suçtu ve bu suçlara manevi suiistimali de ekleyerek gereğinin yapılması gerekiyordu. Üzerinde durduğumuz hususlardan birisi de, çoğu zaman es geçilen manevi toplulukların ne yapması gerektiğiydi… “Yoksullukla, madunlukla, toplumsal ve psikolojik dertlerle boğuşan bir toplumda cemaatlerden hiçbir çıkar gözetmeksizin bu yaralarımıza derman olmasını istemek de bizim hakkımızdır.”
15 Temmuz 2016 hain darbe girişimine kadar cemaatlerle ilgili düşüncelerim özetle böyleydi. Ayrıca Diyanet İşleri Başkanlığı’nı ancak asgari din hizmetlerinin ifa edilmesi, dini hafıza ve son sözü söyleyecek danışma mercii olarak kabul ediyordum. Demokrat bakışım, daha kısıtlayıcı fikirlere müsaade etmiyordu. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra elbette bu bakışımda değişiklikler oldu. Her şeyden önce artık örgütlü manevi toplulukların tüm faaliyetlerinin açık, şeffaf ve denetlenebilir olması gerektiğini savunuyorum. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın manevi toplulukları kayıt altına alması, faaliyetlerini denetlemesinden ayrı olarak sapkın manevi akımlara karşı toplumu her fırsatta uyarmak, dinin hakikatlerini ortaya sermek vazifesi olduğuna da kanaat getirmiş bulunuyorum.
Artık tıpkı dostum Necdet Subaşı Hoca gibi düşünüyorum: “Burada hiçbir yerde rastlanmadık bir şekilde, devlet dinle birlikte ancak devlettir, din devletle birlikte ancak dindir… Dinle devlet arasındaki ilişkilerin özellikle Osmanlı örneğinde Şeyhülislamlık üzerinden işleyen içerik ve formalarının bugün modern Cumhuriyet koşullarında niteliksel olarak onu takip eden DİB üzerinden sürdüğünü kabul etmek gerekir” diyorum.