Tatile şüphesiz evet ama…
Ne dinlenmeye, yazın tadını çıkarmaya ne gezip görmeye, eğlenmeye, yemeye içmeye karşıyım. Sıla-i rahimi, akraba, eş-dost ziyaretlerini; bilerek, bilgimizi arttırmak, bilincimizi sıçratmak gayesiyle yapılan...
Ne dinlenmeye, yazın tadını çıkarmaya ne gezip görmeye, eğlenmeye, yemeye içmeye karşıyım. Sıla-i rahimi, akraba, eş-dost ziyaretlerini; bilerek, bilgimizi arttırmak, bilincimizi sıçratmak gayesiyle yapılan seyahatleri, sonuna kadar destekliyorum. Ama bu tür uğraşlar, önümüze konulan yaşam menülerinden birisini seçmeye zorlanarak yapılıyor, bizi hayat muhasebesinden alıkoyuyor ya da “işte hayat bu, varsa yoksa dolçe vita, gerisi boş!” hissi uyandırıyorsa orada biraz durmak lazım…
Bir tatil ideolojisiyle çepeçevre kuşatılmış durumdayız. Her nereye baksak tatil önerileri; gezip görme, eğlenme, heyecan, yeni zevkler, yeni tatlar çağrıları… Tatil aşağı, tatil yukarı; her şeyin başı tatilmiş, her dertten kurtuluşun sırrı tatildeymiş gibi… Yaşanılan hayatla derdi olanlar, adil ve yeni bir dünya isteyenler bu ideolojiyle de baş etmek, alternatifler önermek zorunda. “İdeoloji” derken, gündelik hayatın içinde tüm yaşadıklarımızı normal, olağan, meşru gösteren, bizi derinlemesine düşünmekten ve eleştiriden alıkoyan zihin işleyişini kast ediyorum. Elbette böyle bir zihin işleyişinin mümkün olabilmesi için söylenenlerin önemli bir kısmının doğru, akla yatkın, ikna edici ve hatta bilim (!) ve akademi destekli olması gerekiyor. Tatil ideolojisiyle baş etmek zor, zira bunların tekmili birden var. Sorup sorgulamanın, hayatın amacı, varoluşumuzun gayesi nedir, bir insan ömrünü neye vermeli, çalışma nedir, ne işe yarar gibi soruları zihnimizden söküp atmak için ne gerekiyorsa yapılmış…
Bir haberin analiziyle başlayalım: “Ünlü bir üniversitenin yaptığı araştırma, tatilin insana ne kadar iyi geldiğini ortaya koydu. 5 yıl boyunca hiç tatil yapmamış bir kişinin kalp krizi geçirme ihtimalinin her yıl tatil yapan kimseye göre 30 kat daha fazla olduğu ispat edildi”. Böyle bir bilimsel araştırma haberi okuyunca, insanın aklında ne varsa atası, işi gücü bırakıp tatile koşası geliyor ama yakından bakınca, oturup biraz düşününce bazı soru(n)ların olduğu görülüyor. Mesela tatil mi çok iyi yoksa çalışma düzenimiz mi berbat hiç düşünmüyoruz bile…
Öyle işler var ki, çok ağır, yorucu ya da bıktırıcı bir monotonlukta seyrediyor, insanı emeğine bütünüyle yabancılaştırıyor. Üretime katılmasını, ortaya çıkan nihai ürüne ne tür bir katkı verdiğini asla anlayamayan çalışan, bırakın robot gibi olmayı, kendisini bir çarkın dişlisinden daha fazlası olarak dahi hissedemiyor. Kendisinin ve ailesinin maişetini sağlamak için “iş” denilen bu duruma, mesai süresince tahammül ediyor. Elbette insani tüm hasletlerin aleyhine işleyen böyle bir çalışma düzeninden ne kadar ayrı durulursa beden ve ruh sağlığı açısından o kadar iyi. Ailesiyle, yakın çevresiyle belli süre vakit geçirebilmesi, beslenmesine, dinlenmesine ve uykusuna azami özeni göstermesi zaten insanın en tabii hakkı...
Doğrudur, modern kapitalist sistemde hepsi olmasa da birçok “iş”, şöyle ya da böyle bıktırıcı, rutin nitelikleri haiz. Bu nedenle rutini kırmak, insan olmanın gerektirdiği ufuk genişliğine, hayat bilgisine sahip olmak için herkes, mutlaka yeterince dinlenmeyi, her fırsatta değişik etkinliklerle donatılmış bir tatili hak ediyor. Mesaiye mahkûm olmadığı, işin dışında başka faaliyetlerle uğraşabileceği nispeten uzun tatiller de şüphesiz insan hakkı kategorisinde… İşi zaten tatil gibi rahat, ferah olanların, hatta görünüşte çalışmayanların ev hanımlarının, yaşlıların, engellilerin şöyle biraz değişikliğe, gözünün gönlünün açılmasına ihtiyacı yok mu derseniz, cevabım “elbette var” olur… Ama yine de “tatil ideoloji”ne karşı uyanık olmamız şart…
“Tatil”, modern bir kavram… Ama modernlikle birlikte gündeme gelmiyor. 19. YY, insanlık tarihinde kitlesel çalışmanın en uzun sürelerle ve en acımasızca olduğu zaman dilimi. Kapitalizmin beşiği Batı Avrupa’da başlangıçta insanlar, neredeyse uyku dışındaki tüm zamanlarında çalışmak zorundalar. Tembelliğin günahla, çalışmanın ibadetle bir tutulduğu Protestan çalışma ahlakını arkasına alan burjuvazinin bu zalimliği elbette ila nihai süremezdi. Bir süre sonra güçlü bir sendikal hareket ve mücadeleler başladı. Bu mücadelelerin sonucunda ve emperyalizmin sağladığı güçle, merkez kapitalist ülkelerde, bugünkü çalışma düzeni, haklar; hafta sonu ve yaz tatilleri, mesai, serbest zaman ayrımı gündeme geldi. Çalışma o kadar kötülendi, serbest zaman o kadar çok vurgulandı ki, modernlik “serbest zaman uygarlığı” diye de anılmaya başladı. Gündüz işinde çalışmak, gece ve iş dışı zamanlarda gününü gün etmeye uğraşmak hayatın olağan döngüsü haline geldi.