Zihnimiz dalgalanır
“Pirene dağlarının bir tarafındaki hakikat diğer tarafında yanılgı olabilir.” Pascal’ın bu sözü, hakikatin, sürekli olarak şüphe ve belirsizlik tarafından gölgelendiğini ima eder. Hakikat ile...
“Pirene dağlarının bir tarafındaki hakikat diğer tarafında yanılgı olabilir.” Pascal’ın bu sözü, hakikatin, sürekli olarak şüphe ve belirsizlik tarafından gölgelendiğini ima eder. Hakikat ile ilgili bu gerçek, yani onun çürütülmeye açık olması, ‘hiç şüphe götürmez’ hakikatlerin olmadığı anlamına gelmiyor elbette. Başka türlü, inancımıza bir temel bulamaz, şüphe ve belirsizlik içinde yüzerdik. Oysa dindar olalım olmayalım hepimiz şüpheye yer bırakmayan bir inanç sferi içinde yaşıyoruz. İnandığımız, tartışmasız gördüğümüz, Arnold Gehlen’in “hoş kesinlik” dediği, nesilden nesile aktarılan, geleneğe temel oluşturan bir bilgi-değer alanı var. Toplum hayatı, kurallar, kurumlar bu alanın üzerine inşa oluyorlar.
Peter L. Berger ve Anton C. Zijderveld’in “Şüpheye Övgü” kitaplarında esas aldıkları bu fikirler, benim de düşünce hayatımda birçok tema için çıkış noktasını oluşturdu. Önceleri pragmatist felsefenin kurucusu William James’in “doğru” ve “gerçek” arasında yaptığı ayrımdan yola çıkarak anlatmaya çalışırdım derdimi.
“Doğru ve gerçek, çok yakından bağlantılı olsalar da asla aynı değiller. ‘Doğru’, bilgiyle, epistemolojiyle; ‘gerçek’ ise varlıkla yani ontolojiyle ilgili. ‘Doğru’, bireyin zihninin ürünü, ‘gerçek’ ise bireyden de zihninden de bağımsız bir biçimde mevcut. Kendi varoluşumuzdan varlık dünyasına baktığımızda ürettiğimiz gerçeklik tasarımına ‘doğru’ diyoruz. Burası önyargılarımızı oluşturuyor. Buna göre bir ölçüde önyargı kaçınılmazdır diyebiliriz. ‘Benim doğrum’ dememiz gereken kişisel doğruyu ne ölçüde gerçeğin ta kendisi olarak görürsek önyargı hattımız o ölçüde büyüyor. Diğer insanlar ve görüşleri bizim için önemli olmaktan çıkıyor. Çünkü kendi doğrularımız, otomatik olarak başkalarının doğrularını reddetmemizi gerektiriyor ve ideal iletişimi, anlaşma ihtimalini zora sokuyor...”
Daha sonraları insan zihninin özellikleriyle ilgili yaklaşımımı “zihin dalgalanması” kavramıyla anlatmaya çalıştım. Bana göre insanın duygu dünyası gibi zihin işleyişi de belli salınım hatları boyunca dalgalanıyordu. Belli başlı üç salınım hattı vardı. Bunlardan birincisi, akılcı, rasyonel, makul ve mantıklı olan ile bir norma, ölçüye sığmayan, mantık kurallarının işlemediği, sonsuzluğa uzanan arasındaki salınımdı. İkinci salınım hattı ise zihnimizin hakikati kavramaya çalışan, doğru düşünmeyi esas alan “entelektüel yan”ı ile pratiğe, doğru davranışa, ahlaka önem veren “moral yan” arasındaydı. Bu ikinci salınım hattı, yapma ile bilme, bağlanma ile bağımsız olma, evrensel olanla tekil olan arasındaki bağlantıları temsil ediyordu.
Hayatımızı, zihnimizin bu iki salınım hattındaki gidip gelişleriyle pek bir sapmaya yol açmadan sürdürürüz biz sıradan, makul ve mutedil insanlar. Uçlarda yapışıp kalanlar ise makul çoğunluktan koparlar. Bu iki salınım hattına bakarak sadece insan tekinin değil tarihteki ve düşünce tarihindeki birçok olguya da açıklama getirmek mümkün. Mesela İslam kültürü için konuşacak olursak, selefi ve tasavvufi çizgiler arasındaki bitmeyen gerilimi bu modelle izah edebiliriz. Lakin onca açıklayıcı gücüne rağmen bu iki hat, geleneğin, toplumsal normların nasıl oluştuğu sorusuna ışık düşüremiyor. Bunun için şüphe ve inanç arasındaki bir başka hattan daha bahsetmemiz gerekiyor.
Evet, insanın zihninin bir başka salınım hattı, şüphe ile inanç arasında. Bir süreden beri köşemizde bu hatla ilgili yazılar kaleme alıyoruz. Herhangi bir şey hakkındaki bilgimizin kesinliğine dair fikrimiz bizi epistemolojide dogmatiklerin ya da şüphecilerin, pratik hayatta da fanatiklerin ya da rölativistlerin saflarına katar. Ama çoğumuz uçlara pek uğramadan mutedil bir çizgide konaklar, öylece yaşar gideriz.