Meksika Sınırı’ndan Gassal’a: Bir şeyler mi oluyor?
Son zamanlarda bulunduğum ortamlarda, özellikle de Anadolu’da, Ketebe’ye yapılan övgülerin muhatabı oluyorum. Şunun şurasında kurulalı yedi sene olacak ama grubumuzun yayınevi hacimli işlere imza attı. Tabuları yıktı. Kompleksleri dağıttı. Bir işi “ iyi yapmak ” ile kaliteyi ortaya koymak arasında büyük fark var. Ketebe de kitaba, bilgiye, düşünceye, okumaya ve yazmaya verdiği değerin karşılığını kısa sürede gördü. Kendi hesabımdan paylaştığım ‘ Beraber Okuyalım ’ videolarından olsa gerek Ketebe’de
Son zamanlarda bulunduğum ortamlarda, özellikle de Anadolu’da, Ketebe’ye yapılan övgülerin muhatabı oluyorum. Şunun şurasında kurulalı yedi sene olacak ama grubumuzun yayınevi hacimli işlere imza attı. Tabuları yıktı. Kompleksleri dağıttı. Bir işi “iyi yapmak” ile kaliteyi ortaya koymak arasında büyük fark var. Ketebe de kitaba, bilgiye, düşünceye, okumaya ve yazmaya verdiği değerin karşılığını kısa sürede gördü.
Kendi hesabımdan paylaştığım ‘Beraber Okuyalım’ videolarından olsa gerek Ketebe’de çalıştığımı sananlar var. Açıkçası çok hoşuma gidiyor. Takdirleri de eleştirileri de toplayıp Furkan Çalışkan’a getiriyorum. Bu arada çalışmıyorum ama işimizin de derdimizin-davamızın da yanı zaten Ketebe. Ben Ketebe’yi şırıl şırıl akan bir pınar olarak görüyorum. Besliyor. Temizliyor. Göze ve gönle hitap ediyor. Dinlendiriyor. Derinleştiriyor ve taşıyor.
Benzer takdirleri yine bizim grubumuzun dijital platformu GZT için de çok duyduk. Kaliteli ve özgün yayıncılık karşısındaki şaşkınlıklara şahitlik ettik. GZT kendini hızla aştı. Takipçisi için sürekli güncellenen başucu kitabına dönüştü. Kendisi de genç olan Doğukan Gezer’in kurduğu kadronun enerjisi ve haberden şaşmama disiplini, medya sektörünün büyük açığı olan “etkileşim tuzağını” da boşa düşürdü. Ve GZT bir ay evvel, büyük bir cesaretle “geleneğe dönüş” hamlesi yaparak televizyon kanalına dönüştü. Muazzam bir ilgi var. Beklentiler yüksek. Çünkü taze geçmişi ortada. Çok değil bir yıl sonra GZTTV’den de çokça bahsedilecek.
“Yeni Şafak yazarı çalıştığı kurumun yayın markalarını övüyor” diyenler olacaktır. Öyle bir gayem yok. Marka marka yazmaya kalksam yazı dizisi çıkar. “Marifet iltifata tabidir” demişler. Demek ki Yeni Şafak’ın seneler önce ortaya koyduğu ‘Türkiye’nin Birikimi’ olma iddiası, öylesine dile getirilmemiş.
Gelelim yazının seyrine… ‘Meksika Sınırı’ programı ÜLKE TV’de başladığında genç bir muhabirdim. Yıl 2007’ydi sanırım. Tam da Türkiye’nin uçurumlardan döndüğü zamanlar. Üç genç edebiyatçı; İsmail Kılıçarslan, Tarık Tufan ve Selahattin Yusuf, ekranda; memleket meselelerini, şiiri, sanatı, romanı, edebiyat akımlarını, kahrolası dengeleri, emperyalizme direnmeyi ve Türkiyeliliği derinlemesine konuşuyor, aslında bir meydan okuma yapıyorlardı. Yıllar sonra anladım ki Meksika Sınırı “Allah’ını seven defansta durmasın, forvete gelsin” çağrısıymış. Darbe süreçlerinden edebiyata, kültüre, sanata, mizaha, sinemaya yönelecek mecali kalmamış, son olarak üzerinden 28 Şubat geçmiş, şimdi de AK Parti iktidarını ayakta tutmanın politik kavgasını vermekten başka şansı olmayan İslamcılar yedikleri yumrukları saymayı bırakıyordu. Peki, ekrandaki, deli gibi okumuş, birbirlerini damıtmış bu çok bilen genç abilerimiz tam olarak ne söylüyorlardı? Bence, “Bakın biz mütedeyyin dindar edebiyatçılar olarak, birilerinin tekelindeki büyük meseleleri; laiklerin -Kemalistlerin-sekülerlerin koyduğu bariyerlerin dışına çıkararak ele alıyoruz. ‘O öyle değil’ derken ‘bu böyledir’ tezini de ortaya koyuyoruz” diyorlardı. Heyecanla ve gururla izliyordum. O vakitler, -benim de gazeteciliğe başladığım- haftalık çıkan Gerçek Hayat dergisinin inşa ettiği bir zemin vardı. Dergi elden ele dolaşırdı. İşte o okurlar, bir süre sonra Meksika Sınırı ile sürekli izleyiciye dönüşmüştü. Yani İslami camianın gündem, kültür ve edebiyat üreticileri yeniden, biraz da popüler kültür yaparak boy vermeye başlamıştı. Süreklilik, kalite, vizyon, iddialı olmak ve meselelerin üzerine cesaretle gitmek ise yoldaki işaretlerdi.
Özetin de özeti; Meksika Sınırı kültürel üretim ateşinin harlandığı kült programdı. İsmail, Tarık ve Selahattin abilerimiz aradan geçen zamanda üretmeyi, yazmayı, konuşmayı bırakmadılar. Her biri bir sınır taşı oldu. Şimdilerde çevrelerinden yeni edebiyatçılar, romancılar, şairler yetişiyor. Yenilerin kitaplarını da büyük oranda Ketebe basıyor. İlk şiirlerini Cins yayınlıyor. Hikâyeler önce Post Öykü’de arz-ı endam ediyor. Bu arada İslami camia olarak sabırla üretmeyi de öğrendik. Günümüzün en afili kavramlarından olan ‘ekosistem’ öyle bir günde inşa edilmiyormuş onu anladık. “Abicim biz yapamayız, sektör adamların ellerinde” sızlanmasından sıyrıldık.
Mesela 3 yıl önce Tabii yoktu. Netflix, izleyicisine eşcinselliği hazmettirirken çoluk-çocuk nereden ne izleyecek telaşına düştük önce. Sonra da “biz yaparız, daha iyisini kurarız” inancı yeşerdi. Ve oldu. Çünkü ’Gassal’ dizisi hayatın en yalın ve tek gerçeği olan ölümü memleketin merkezine oturttu. Magazin haberleri bile ölümlü dünyayı hatırlatıyor.
Şimdi hatırladım da AK Parti iktidarına savaş açacak malzeme arayan kartel medyası ve bazı sekülerler bir zamanlar Karacaahmet Mezarlığı girişinde yazan “Her canlı ölümü tadacaktır” (Ankebut/57) ayeti kerimesine kafayı takmışlardı. Allah’ın kelamından rahatsız olmuşlar. Bir CHP’li, “Çok sinir bozucu” demiş ve dönemin Başbakanı Erdoğan’ı hedef almıştı. Açtım arşivleri okudum, belki müstakil bir Gassal yazısında değinirim diye detaylara girmiyorum. Medya da çeşitli çevrelerden görüşler almış. Gülmemek elde değil. Şu sağda solda anasının babasının veya kocasıyla-karısıyla cinsel hayatlarını anlatarak ünlü olmaya çalışan ofansif mizahçılardan çok daha kaliteli espri malzemeleri var inanın. Merak eden açıp okusun.
Bu arada Gassal çok başarılı. Çünkü yalın. Samimi. Çünkü bir gassalı gassal gibi yansıtmışlar. Ölümün felsefesini çok kıvamında yapmışlar. Dine, dindarlara çamur atmamışlar. Arada sekülerlerin cehaletine vurup geçmişler. Haliyle Tabii, Karacahamet’in kapısındaki ayet kadar rahatsız etti. Saç-baş yoldurdu. Birincisi, mahalleden kovdukları Ahmet Kural, sektöre oyunculuk nizamı verdi. İkincisi, daha büyük bir sorun; çoluk çocukları Gassal izleyecekler. Ölümü bilecekler. “Ölüm var, Allah var. Din var” diyecekler. Üçüncüsü ise facia: Tabii ekosisteme dönüşecek. Yeni oyuncular yetişecek. Yeni senaryolar yazılacak. Yapay zekaya bağlayanlar işsiz kalacak. Bu arada o roller, Netflix için LGBT’cilik oynayanlara verilmeyecek. Burayı uzatırım ama yazı artık bitmeli.
Bu arada Suriye’deki devrimi gelecekteki tüm tartışmaların merkezinde tutacağız. Yahu çok erken sözler diyenler olacaktır. Doğru vakti gelmedi henüz ama rüzgârın da sesi duyuluyor. Çünkü 8 Aralık ile coğrafyamızdaki dengeler de değişecek. Bakış açıları şekillenecek. Sanat, sinema, edebiyat ve medyada taşlar yerinden oynayacak. Kültürel iktidar sadece ülkemizde değil, bu gücü elinde tutanların halkı sindirdiği tüm toplumlarda kaçınılmaz şekilde el değiştirecek. Bu gidişata da kendimce başka bir yazıda değineceğim. Şu sufle ile bitireyim: Çevrenizdeki gençler neleri okuyor, ne izliyor, hangi kültürel etkinliklere gidiyorlar, ne tür atölyelere devam ediyorlar bir bakın ve “ilerlemeyi” gözlemleyin.