Kendi himmete muhtaç dede
15 Temmuz işgal ve darbe girişiminden 4 ay sonra Avrupa Parlamentosu bir karar almıştı.Türkiye'nin Avrupa Birliği ile sürdürdüğü müzakerelerin geçici süreliğine dondurulması yönünde bir karardı...
15 Temmuz işgal ve darbe girişiminden 4 ay sonra Avrupa Parlamentosu bir karar almıştı.
Türkiye'nin Avrupa Birliği ile sürdürdüğü müzakerelerin geçici süreliğine dondurulması yönünde bir karardı bu.
Anadolu Ajansı'nın 2016 Almanağı'nda bu haber "Tarihi yanlışa 479 el" diye verilmiş. Evet "tarihi bir yanlış"tı bu.
Sadece 37 kişi bu karara destek vermemişti.
Hukuki bağlayıcılığı olmasa da siyasi olarak net bir mesaj veriliyordu: Türkiye'yi istemiyoruz!
Hangi Türkiye'yi? 15 Temmuz darbe ve işgal girişimini doğrudan halkın müdahalesiyle boşa çıkaran, devletin meşru ve yasal araçlarıyla FETÖ, PKK ve DEAŞ gibi terör örgütleriyle mücadele eden Türkiye'yi.
Türkiye'nin FETÖ başta olmak üzere terör örgütlerine karşı yürüttüğü mücadeleye son vermesi isteniyordu.
İstedikleri Türkiye, AB'nin emrinden çıkmayan, ulusal çıkarlarını birinci öncelik olarak görmeyen zayıf bir Türkiye idi. Onlara göre Türkiye'nin misyonu Batılılaşmaktı. Biteviye Batılılaşmak...
Ucu bucağı belli olmayan bir yolda debelenip durmak...
Türk dış politikasına biçilen rol de basitti: Ortadoğu'nun sorunlarını Avrupa namına göğüslemek, tampon bölge olarak iş görmek. AB'nin verdiği harçlıkla yetinmek.
Türkiye, Erdoğan'ın siyasi liderliğiyle birlikte bu yolu değil, çok daha farklı bir yolu seçti. Kendisine yeni bir güzergah belirledi. Güçlü ve bağımsız bir ülke olmayı, muhataplarıyla eşit ilişki kurmayı tercih etti.
15 yıl önce başlayan bu süreç içeride sancılı bir dönüşümün yaşanmasını da beraberinde getirdi. Demokratik meşruiyeti esas alan, halkı temsil etme iddiasıyla siyaset yapan yerli ve milli aktörlerle, devletin sahibi olduğunu düşünen, bugüne dek her başı sıkıştığında vesayet aygıtlarını devreye sokan bir grup Batıcı azınlık arasında ciddi bir iktidar kavgası yaşandı.
Kazanan halkın temsilcileri oldu.