İki duygulandırıcı kıssa
Geçtiğimiz Cuma günü yolculuğumuz esnasında Giresun’dan geçerken Cuma namazı için yol kenarındaki bir camiye uğradık. Ön safta, kürsünün hemen dibinde oturdum. Güzel çehreli, hafif sakallı...
Geçtiğimiz Cuma günü yolculuğumuz esnasında Giresun’dan geçerken Cuma namazı için yol kenarındaki bir camiye uğradık. Ön safta, kürsünün hemen dibinde oturdum. Güzel çehreli, hafif sakallı genç bir imam vaaz ediyordu. Hz. Ali ile ilgili daha önce başka bir versiyonunu duyduğum bir hikâyeyi uzunca anlattı. Hikâye şöyle:
‘Fatıma annemiz hastalandı, canı bir şeyler yemek istedi. Eşi Ali’ye gidip çarşıdan onları almasını söyledi. Hz. Ali çıktı ama parası yoktu, kara kara düşünerek giderken önüne semiz devesiyle bir adam çıktı. Ya Ali, bu deveyi sana yüz dirheme satmak istiyorum dedi. Hz. Ali param yok deyince, zararı yok sonra verirsin dedi ve anlaştılar. Az sonra H. Ali’nin önüne yine tanımadığı başka bir adam çıktı ve ne güzel deve, bunu senden altı yüz dirheme satın almak istiyorum dedi. Hz. Ali deveyi ona sattı, yüz dirhemiyle gidip borcunu ödedi, kalanıyla bol bol nevale alıp döndü. Durumu Resulüllah’a anlatınca, o adamların biri Cebrail, diğeri İsrafil’di, Allah Fatıma’nın arzusunu onlarla yerine getirmek istedi, diye buyurdu.
Dinlerken ellerimi kaldırıp bir lahavle çektim, görenler hikâyeden etkilenip duygulandığımı sanmış olabilirler. Bir ilim ehli olarak burada tavrım ne olmalı diye düşündüm, oturduğum yerden müdahale etmektense hocanın kürsüden inmesini bekleyeyim dedim. İner inmez ayağa kalktım ve kulağına eğilip; ‘sevgili hocam, Allah için bu anlattıklarınızın aslının olup olmadığına bakmanız ve öylece konuşmanız gerekmez miydi, dinimiz bu mudur?’ dedim. Kötü bir tepki vermeden nazikçe gülümsedi ve hiçbir şey söylemeden minbere doğru ilerledi. Belki de senin kafan böyle şeyleri almaz demek istedi.
Hikâyenin ikinci versiyonunu yıllar önce Adapazarı’nda fakültemizin yakınındaki bir camide ve bu sefer hutbeden dinlemiştim, o da şöyleydi: ‘Hz. Fatıma bir gün hastalanmıştı, canı nar yemek istedi ve eşi Ali’ye çarşıdan nar almasını söyledi. Hz. Ali’nin hiç parası yoktu ama Resulüllah’ın kızının arzusunu yerine getirmemek de olmazdı. Duvarda asılan meşhur kılıcı Zülfikar’ı alıp çarşıya gitti, satıp onunla bir tane nar aldı. Dönerken onu yaşlı bir kadın gördü ve canım çok nar istiyor, onu bana verir misin, dedi. Hz. Ali önce durakladı, sonra, ihtiyacı olan birisi nasıl reddedilir, diye düşünüp narı ona verdi. Eli boş bir halde ve Fatıma’ya ne diyeceğini düşüne düşüne eve gelince Fatıma’nın önünde, içinde on tane şahane nar bulunan bir tepsi gördü, hayretle bunlar nereden diye sordu. Fatıma gülümsedi, sen Allah için bir şey tasadduk edersin de Allah ona on misliyle mukabele etmez mi? Sen o narı o kadına verince Allah Cebrail’i görevlendirdi ve bana hemen cennet narlarından on tane gönderdi, dedi.
Bu hikâye anlatılırken caminin üst katında, ön safta oturuyordum, ellerimi kaldırdım, tam insaf diye bağıracaktım ama bir anda kendime geldim, işin içinde cemaatten sopa yemek de vardı, fitneye sebep olmak da, sustum. Namazın sonunu bekleyip hatip efendinin koluna girdim; Allah aşkına, siz bu söylediklerinize inanıyor musunuz? Bunları cemaate din diye anlatmaya Allah’tan korkmuyor musunuz? Dedim. Hatip beni tanıdı, hocam haklısınız, kusura bakmayın, ben filan caminin inşaatı için para toplamaya geldim. Halk böyle hikâyelerden hoşlanıyor ve daha çok veriyor, onun için anlattım diye özür diledi.
İmam Hatip Okulundan yeni mezun olduğum sene beni de Pendik Dolayoba’da bir camiye imam tayin etmişlerdi. On dokuz yaşında idim. Bildiklerim birkaç cumada bitince Allah rahmet eylesin, Muzaffer Ozak Hoca’nın İrşat diye üç ciltlik bir kitabını buldum ve oradaki bu kabil hikâyeler vaaz için bana bir yıl yetti. Allah beni de affeylesin.