Vermeye yeniden alışamadıkça
İki gün önce fakültemizde kızlar bir sergi açmış, üç liralık, beş liralık incik boncuk satarak Afrin’deki muhtaçlara yardım topluyorlardı. Duygulandırıcı bir manzaraydı. Üç...
İki gün önce fakültemizde kızlar bir sergi açmış, üç liralık, beş liralık incik boncuk satarak Afrin’deki muhtaçlara yardım topluyorlardı. Duygulandırıcı bir manzaraydı. Üç beş lira ile ne yapabilirler ki, diye düşündüm. Sonra, onların yapabileceği bu, onlar yapabildiklerini yapıyorlar ya varlığı olanlar ne yapıyor diye aklıma geldi. Onların bir hafta boyunca toplayacakları paradan çok daha fazlasını, lüks lokantalarda bir oturuşta meze olarak yiyen zenginlerimiz var.
Müslüman insanın kaybetmemesi gereken en temel imtihanlarından biri, Allah’ın ona verdiği maldan mülkten gerekli yerlere verebilmesidir. Allah tabii ki bir takım sebeplere bağlı olarak serveti insanlar arasında farklı dağıtıyor, bazı kullarına bol bol veriyor ve onların da diğerlerine vermesini istiyor. Bu sebeple varlık da yokluk da birer imtihan sorusudur. Bakalım var olan varlığından verebilecek mi, israftan kaçınabilecek mi, malın kulu olmaktan kurtulabilecek mi, servetiyle beraber Allah’a kulluğunu sürdürebilecek mi? Yoksa şımarıp azacak mı? Ve bakalım varlıklı olmayan da tevekkül ve rıza ile bu halden kurtulmak için çalışacak mı? Sabredebilecek mi? Servetle imtihan edilenler imtihanı daha çok kaybettikleri için, İslam geleneğinde fakirliğin zenginlikten iyi olduğu gibi bir düşünce ortaya çıkmış ve bu da toplumu daha çok fakirleştirmiştir. Oysa durum aksinedir.
‘Mal canın yongasıdır’ deyimini varlığı olan için düşünürsek bu bir cimriliği ifade eder. Cimrilik ise kötü bir şeydir. Sanki başkasına verdiğini canından koparılmış ve yaralanmış gibi olur. O halde bu deyimi veren için değil, verilen için düşünmeliyiz. Verebilirseniz başkasının canına can katmış olursunuz.
Kuranıkerim’e ve onun uygulaması olan sünnete baktığımızda verme imtihanı, ya da ibadeti üzerinde çokça durulduğunu görürüz. Bugünler verme imtihanının daha bir önem kazandığı günlerdir. İslam ümmeti, bütün varlığı açgözlü emperyalistler tarafından elinden alınıp boğulmak isteniyor. O halde her iki dünya için kurtuluşumuz verebilmeyi yeniden öğrenebilmemize bağlıdır. Resulüllah Efendimiz’in (sa) ‘yarım hurma dahi olsa verin ve kurtulun’ sözünü herkes duymuştur. Yani varlık olarak bir tek hurmanız varsa onun yarısını verin, vermeye alışın ki, siz kurtulabilesiniz, ümmet kurtulsun, insanlık kurtulsun.
Daha önce Kuranıkerim’deki verme ve bölüşme ile ilgili kavramların bir kısmını yazmıştım. Zekât, sadaka, hibe, ihsan, birr, infak, karz-ı hasen, nihle, minha, hediye, minnet gibi. Bir de kimseden bir şey beklememe, çalışıp kendine yeterli olma, alan olma değil veren olmaya çalışma ile ilgili emirler, tavsiyeler ve kavramlar vardır. Bu açıdan bir ayeti kerime ve bir hadisi şerif bana çok anlamlı gelir. Ayet şudur: ‘Kurtuluşa erecek müminler namazlarını huşu ile kılanlar ve zekât için çalışanlardır…’ (Müminûn 1-3). Yani zekât verebilme düzeyinde olmasalar bile çalışıp zekât mükellefi olabilmek, böylece zekât verenlerden olmak için çalışanlar. Hadisi de herkes bilir: ‘Üstteki el alttaki elden hayırlıdır’. Biz bunu veren el, alan el diye çeviririz. Çünkü veren el üstte, alan el ise altta olur. Bunun ilginç olan yönü, vermenin insana üstünlük psikolojisi ve kişilik sağlamlığı kazandırmasına da işaret ediyor olmasıdır.
İslam’ın kazandırdığı inanç ve ahlak yapısında önce verebilme duygusu, kendine yeterli olma, muhtaç olsa bile almamanın yollarını zorlama, sonra verme ve ancak mecbur kaldığında alma vardır. Bunun için rıza, şükür, sabır, kanaat, zühd ve tevekkül kavramları önemlidir. Bunların ve benzerlerinin her biri hem İslam ahlakının bir parçası, hem de birer ibadettir. Yani bunlar da müminlerden namaz gibi, oruç gibi istenmektedir. Oysa bugün bunların ne eğitimi, ne de hesaba kattığımız bir yeri vardır. Aslında sahih tasavvuf insanları bunlarla eğitmek içindir, öyle olmalıdır. Ancak tasavvufun meskenete ya da felsefeye kayması bunları unutturmuş ve onu mecrasından çıkarmıştır. Kulun, neye malik olursa olsun her an Allah’a muhtaç olduğu bilinci ile çalışması demek olan fakr, maldan mülkten, dünyalıktan soyutlanma olarak anlaşılınca din de de gitti dünya da gitti elimizden. Zühtte de böyle bir yanlış anlama vardır. Aslında züht dünyaya sahip olmama değil, dünyanın insana sahip olmamasıdır. Hz. Osman zahid değildi diyebilir miyiz? Ama Mekke’den Medine’ye sıfır varlıkla geldiği halde dokuz yıl sonra Tebük Seferi'ne tam teçhizat üz yüz deve bağışlayacak varlık düzeyine erişmişti. Yani bu serveti o yönetiyordu, servet onu yönetmiyordu.