Akreditenin zirvesi
Bilhassa 28 Şubat 1997 sürecinde şahit olduğumuz ve itiraz ettiğimiz bir uygulama vardı.O günkü idareciler, bazı gazete ve televizyonları ‘akredite’ etmiyor, onların bazı haberlere ulaşmasını ve bazı...
Bilhassa 28 Şubat 1997 sürecinde şahit olduğumuz ve itiraz ettiğimiz bir uygulama vardı.
O günkü idareciler, bazı gazete ve televizyonları ‘akredite’ etmiyor, onların bazı haberlere ulaşmasını ve bazı toplantıları takip etmesini engelliyordu. Çok yanlış bir uygulamaydı ve buna her defasında itiraz edildi ve itiraz ettik.
Elbette her toplantıyı ve her haberi herkesin takip etmesi mümkün olmayabilir. Uluslar arası toplantılarda da belli başlı kaideler vardır. Bazı toplantıları, sınırlı sayıda gazeteci, medya mensubu takip eder. Ancak bu yapılırken büyük ölçüde ‘adil’ davranılır. Sınırlama getirilirken ya satış rakamlarına ya da belli başlı genel kabul gören ‘ölçü’lere bakılır. Ölçüsüz ve keyfi uygulama yapanlar ekseriyetle kınanır ve yanlış uygulama en kısa zamanda düzeltilir.
Türkiye’nin şimdiki idarecileri de bu anlamda çok yanlış uygulamalara imza atıyorlar. Akredite uygulaması her hangi bir ölçüye göre değil, keyfi ölçülere göre uygulanıyor. Hatta ve hatta bazan bu uygulamaları ‘keyfî’ diye tabir etmek bile mümkün olmuyor.
Bu noktada o kadar çarpıcı uygulamalar var ki, hangisini anlatalım, hangisine itiraz edelim? Düşünün ki bu yanlış akredite uygulaması Türkiye sınırlarını dahi aşmış, zaman zaman Avrupa ve Amerika’da da uygulanıyor.