Bir anı…..
Öylece duruyormuş… Dimdik… Yalnız, mağrur, dirençli… Güneşe, rüzgâra, fırtınaya, yağmura, kara, dona, dolunaya… Farkında değilmişim, yanına gitmemişim, görmemişim bunca...
Öylece duruyormuş… Dimdik… Yalnız, mağrur, dirençli… Güneşe, rüzgâra, fırtınaya, yağmura, kara, dona, dolunaya… Farkında değilmişim, yanına gitmemişim, görmemişim bunca zaman… Sonra, bugünkü gibi bir cuma akşamüzeri, güneş üzerine abandığı denizin lacivertini biteviye kızıla boyarken ilk kez karşılaşacakmışım onunla… Nerede bilecekmişim hemen tutulacağımı bembeyaz tenli, sarı ışıltılı güzelliğine…
Lacivert bir tül inecekti üzerimize o günün son perdesi olarak… Bütün bir gece boyunca hayranlıkla seyredecektim gözlerimi alamadan bir pervane misali… Sessizce…
Yalnızca dalgaların, rüzgârın sesleri eşlik edecekti bize… Ay doğacaktı üzerimize… Işıltısı bir başka menevişlenecekti o zaman… Denizin en yakın arkadaşlarından biriydi herhalde yıldızlarla birlikte diye düşünecektim… Nasıl kıskanılacak bir şanstı onunki… Nasıl?
Ürkmedim, ürpermedim değil… Ama sanki büyülemişti beni… Sabaha kadar birlikte olmak, ona dokunmak, bedeninin soğukluğunu, ışığının sıcaklığını hissetmek isteyecektim…
Öyle yalnız, öyle mağrurdu ki!
Dayanamadım ona doğru yürümeye başladım… Çok aşağılardan gelen dalgaların korkunç uğultusu bana derin bir uçurumu, insanı yutuveren burgaçları anımsatıyordu… Ya düşersem, ona ulaşamadan bu anaforlar beni içine çeker, kavuşmamıza sonsuza kadar engel olursa… Pervane de sonunda ateşe dokunur, yanmaz mı? Yanardı elbette… Ya ben?!