İşçileri ben düşünüyorum siz değil
Pazar günü yeni havalimanı işçilerinin eylemine ilişkin bir şeyler yazınca epey bir saldırıya uğradım özellikle sosyal medyada. Büyük bölümü yazıyı görmemiştir bile. Beni okumazlar...
Pazar günü yeni havalimanı işçilerinin eylemine ilişkin bir şeyler yazınca epey bir saldırıya uğradım özellikle sosyal medyada.
Büyük bölümü yazıyı görmemiştir bile. Beni okumazlar hatta. Ama bana bir saldırı var ise hemen ön safta yer tutmak için koşarlar.
Oradaki kötülük prensleri ve prensesleri umurumda değil.
Hatta kimi televizyonlara çıkıp nereden kaynaklandığını bilmediğim kinini üzerime kusan kimi salaklar da...
Lakin kimi okurlar da yazıya bir anlam verememişler veya farklı bir anlam çıkarmışlar ki, onlar çok ama çok umurumda.
Kimse kusura bakmasın ekşi yemedim ki, karnım ağrısın.
Yandaş, yalaka falan diyenler olmuş. Ne kimseye yandaş oldum bunca yıl ne yalaka.
Hükümete yakın medyaya yazar ya da yönetici mi oldum bunca yıldır?
15 yıla yakın Hürriyet’te çalıştım.
Bir o kadardır da buradayım.
Doğruya doğru, eğriye eğri demeye çalışırım gördüğüm kadarıyla.
Kimilerinin anlamayıp ya da benim iyi anlatamadığım için kızdığı yazı da öyle bir yazı.
Ne gördüm de yazdım tekrarlayayım daha açıkça.
- “İşçiler haksız” diye bir tek kelimem yok.
- “Yaptıkları yasa dışı bir iştir” de demiyorum.
- Hak aramalarına da karşı değilim. Tam aksine yanındayım.
Ben çok basit birkaç şeye takıldım. Aklı biraz olan, kafası biraz işleyen herkesin takılacağını umduğum gibi.
- Bunca yıldır bu inşaatla ilgili pek çok dedikodu yayılırken, Vietnamlı işçiler getirilirken gıkını çıkarmayan, ortalığı ayağa kaldırmayan sendika niye şimdi ortalığı ayağa kaldırıyor!
- Anlıyoruz ki, bu inşatta bordro dışı elden ödemeler yapılıyormuş. 4 yıl 3 aydır bu elden ödemelere ses çıkarılmazken, son ayın ödemesi için kopan gürültü niye?
- Bunca mesele varken niye kıyamet servisler gecikti diye bir nedenle kopuyor!
Şimdi bunları niye soruyorum.
Öyle görünüyor ki, havalimanı açıklanan ya da beklenilen tarihte açılmayacak.
Bu çoktandır belli.
“Nereden belli” diyeceksiniz.
Söyleyeyim. Girin THY’nin sitesine bilet alın.
Ben aldım.
Kasım sonuna.
Gidiş dönüş.
Dönüş hangi havalimanına dersiniz?
Söyleyeyim, “Atatürk”
29 Ekim’de yeni havalimanı açılacak sözde, THY Kasım sonuna aldığım bilette dönüşü Atatürk’e veriyor.
Yanlışlık var mı diye sordum, hayır yok.
Zaten TAV’a da haftalar önce bilgi verilmiş, “Operasyonlarınızı bitirmeyin, birkaç ay daha Atatürk’ü kullanacağız” demişler.
Durum buyken, işçilerin ayaklanması ya da ayaklandırılması bu gecikmenin suçunun bu işte hiçbir günahı olmayan ve ölümüne çalışan bu insanlara yüklenmesi ve gecikmenin onlara mal edilmesi demek.
Oysa böylesine büyük bir inşaatta birkaç aylık gecikme çok normaldir.
Sonuçta yapılan tıkır tıkır çalışması gereken bir havalimanı. Acele edip riske atılacak bir şey değil.
Ama şimdi suçlu kim!
İşçiler.
Tutuklanan, gözaltına alınan ve muhtemelen bu yüzden de tazminatlarını kaybetme riski ile karşılaşan işçiler.
Nemalananlar kim?
Onun da yanıtını siz verin.
Ama tavsiyem.
Kağıt zammını tuvalet kağıdına zam gelince anlayanlardan olmayın.
Kafayı kullanın.
***
Başgan
Mehmet Barlas, “Erdoğan’a Başkan demeyelim. Cumhurbaşkanı diyelim” diye bir yazı yazdı geçenlerde.
Birkaç yıl önce bu konuyla ilgili bir yazı kaleme almıştım.
Bu soru, yani “Devletin seçilmiş başkanına ne diye hitap edelim” sorusu bize yeni gelebilir ama yaklaşık 200 küsur yıl önce ABD’de çok detaylı biçimde ele alınmış ve tartışılmış.
“Federalist papers” denilen belgeleri okursanız bu tartışmaların içinde yer alan “Ne diyelim” tartışmasını da görürsünüz.
Şimdi bazı okurlar “Federalist papers da ne?” diyebilir.
Onu da anlatayım.
Amerika Birleşik Devletleri’nin kuruluşu ve eyaletlerin birleşmesi sırasında bir Anayasa hazırlanırken, halkı bu çalışmalarla ilgili bilgilendirmek amacıyla gazetelere yazılmış 85 adet mektup vardır.
Burada çalışmalar ve tartışmalar halkla paylaşılır.
Bu mektuplar 1787 ve 1788 yıllarında yazılmış ve daha sonra kitaplaştırılmıştır.
1780’lerde ABD Anayasası hazırlanır ve George Washington ilk başkan olarak seçilirken tartışma başlar: “Biz bu adama ne diyeceğiz”
“Kral asla değil”
Peki ne?
O güne kadar Washington’a “Devrim orduları komutanı” olarak “General” veya “Ekselansları” olarak hitap ediliyordu.
Ekselansları hemen elendi. Fazla abartılıydı ve bir eşitsizlik yaratıyordu.
Majesteleri düşünüldü.
O da beğenilmedi.
“Highness” ele alındı. Fazla yüksek bir isimdi.
Tartışmaların çok ciddi ele alınmasının bir nedeni vardı: “Birleşik devletleri yönetecek kişiye öyle bir unvan bulunmalıydı ki, kendini SEÇİLMİŞ KRAL (Elected King) gibi hissetmesin ya da toplumda böyle bir algı olmasın”
“President” yani “Başkan” unvanı herkesin aklından geçiyordu ve zaten kullanılan bir şeydi ama “Çok sıradan mı olur” ürkekliği vardı tartışmacıların çoğunda.
“Her tarafta pek çok başkan var. Bir sürü dernek, şirket tepe yöneticilerine başkan diyor. Bu adam birliği yönetecek. Az gelir” diyorlardı.
Fakat sonunda Başkan’da karar kılındı.
Abartılı değildi, ayrıcalıklı değildi.
Sıradan olmasını ise Amerikan Anayasası’ndan bulacağı güç engelleyecekti.
Mehmet Barlas’a bu tartışmaları okumasını öneririm.
***