Ah bulutlar bulutlar...
Kadın ilk cümlesini kurmak için bir müddet bekledi. İçinin sesini dinledi bir müddet. Dış dünyadan kopmayı denedi. Dışındaki seslerin içindeki sesleri bastırmaması için birkaç egzersiz...
Kadın ilk cümlesini kurmak için bir müddet bekledi. İçinin sesini dinledi bir müddet. Dış dünyadan kopmayı denedi. Dışındaki seslerin içindeki sesleri bastırmaması için birkaç egzersiz yaptı. Bir şiir okudu. Zihninde canlanan ilk sahneyi sanki birine anlatıyormuş gibi kelime kelime yeniden tanımlamaya girişti. Değişik bir kitap yazısı olmasını istiyordu. Kitap ile hayatın, sayfadaki sesler ile dış dünyanın seslerinin birbirine karıştığı bir yazı. Ne yapacağını henüz bilmiyordu. Daha doğrusu yapmak istediğini nasıl yazacağını. Hayata teslim bir kitap yazısı yazmak istiyordu. İlk cümleyi yazınca arkası geldi:
Iris Mordoch benim için daima matruşka bebekler gibidir. Romanı okurken içinden kendi hayatınızı çıkardığınız bir tarzı vardır. Deniz Deniz romanı da öyle oldu. Belki romanın kahramanı ile (ki kahramanı emekli olunca deniz kıyısında bir köye yerleşmiş aktör) aynı mevsimi (o anılarını yazmaya sonbaharda başlamıştı ben sonbaharda onun anılarını okumaya başladım) ve aynı ruh haline (kendini hayattan emekli etmek) sahip olduğum için roman bende hatıralar denizi tadı bıraktı.
Sözü nereye getireceğim... Deniz Deniz’i üç sayfa üst üste okuyamıyorum. Sıkıldığım için değil, yukarıda bahsettiğim nedenden ötürü. Nasıl oluyor da bazı yazarlar kendi metinleri üzerinden bizi kendi hayatımızın şimdi hatırlamadığımız teferruatlarını hatırlar hale getirebiliyor?
Mesela şu satırlar beni çocukluğumun hasta ve yalnız günlerine bırakıp kaçtı: “Bugün hava bulutlandı. Bulutları seyrederken, daha önce hayatım boyunca hiç öylece oturup bulutları seyretmediğimi fark ettim. Çocukken, zamanımı bu şekilde ‘ziyan etmeyecek’ kadar huzursuzdum. Zaten annem engel olurdu buna” (s.44).
Benim çocukluğum uzun uzun bulutları seyrettiğim bir çocukluk. Yolda yürürken bile önüme değil bulutlara baktığım için dizlerimi kanattığım çoktur. Müzmin bronşitim nüksedince pencerenin kenarına oturur bulutları seyrederdim. Rahmetli ninem aşağıda oyun oynayan arkadaşlarıma değil de bulutlara baktığımı görseydi aktör C.Arrowby’nin annesi gibi engel olur muydu?
Büyüdükçe bulutlara daha az bakar oldum ve çocukluğu değil, çocukluğumdaki bulutlara bakan halimi özlediğimi fark ettim. Her defasında uçan balonumu bulutlara gönderir sonra bir daha böyle bir şey yapmayacağım diye söz verir ama bir dahaki sefere bakalım ne kadar uçacak ben bulutlara karıştığını görecek miyim diye yine onu elimden “kaçırmış” olurdum. Büyüklerim nasıl olurdu da aslında onu kaçırmadığımı fark etmezdi, hâlâ anlamış değildim. (Yoksa ben sahiden her defasında balonu kaçıracak kadar saftım da yıllar geçtikçe bu saflığımı iradi ve şiirsel bir sahne ile örtmek yoluna mı gitmiştim?)