Milli güvenlik siyasetinde öncelikler
Basına yansıdı, 5 yılda bir güncellenen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB), Nisan ayında Milli Güvenlik Kurulu’nda ele alınacak. Belgedeki son üç güncelleme, 2019, 2015 ve 2010 yılında yapılmış....
Basına yansıdı, 5 yılda bir güncellenen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGSB), Nisan ayında Milli Güvenlik Kurulu’nda ele alınacak. Belgedeki son üç güncelleme, 2019, 2015 ve 2010 yılında yapılmış. MGSB’de devletin iç ve dış tehditleri belirleniyor. Belge’de ana çerçevesi çizilen milli güvenlik siyasetine uygun olarak askeri strateji de oluşturuluyor. Kısa adı TÜMAS olan Milli Askeri Stratejik Konsept, MGSB’deki değişikliklere göre güncelleniyor ya da değiştiriliyor. Milli savunmadaki öncelikler, askeri konuşlanmalar belirlenen dış tehdide uygun olarak düzenleniyor. MGSB’yi, bir bakıma ülkedeki rejimin ana belgelerinden biri kabul etmek gerekir.
Her devletin bir milli güvenlik siyaseti var. Mesela ABD’de Başkanlık seçimlerinden sonra işbaşına gelen yönetimler, milli güvenlik stratejisi oluşturuyor. Özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan itibaren farklı yönetimlere ait bu belgeler incelendiğinde görülecektir ki, ABD’nin iç ve dış tehdit değerlendirmesi, döneme göre küçük farklar dışında ana çizgileriyle aynıdır. Dış ve iç tehdit, ABD’nin dünya hegemonyasını sürdürmesine göre belirlenmiştir. Örneğin bugün Çin, Rusya ve gelişen çok kutupluluk süreci dış tehdit olarak değerlendirilmektedir. Filistin’i savunmak, İsrail’i eleştirmek de iç tehditlerdendir
Türkiye’de ise, Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana milli güvenlik siyasetinde ABD’de olduğu gibi bir süreklilik yoktur. Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki dış ve iç tehdit değerlendirmesi 1946’da içine girilen küçük Amerika süreci ile değişmiştir. Bu aslında adı konulmamış bir rejim değişikliğidir.
Türkiye’nin 1952’de NATO’ya girmesi, bu süreçte köklü değişikliklerin başlangıcıdır. NATO’dan sonra milli güvenlik siyasetimizi ABD’ye bağlamış olduk. Dış tehditler ABD’nin hedeflerine göre belirlendi. ABD ve NATO’nun bir numaralı düşmanı Sovyetler Birliği ve onun müttefiki ülkeler, Türkiye’nin de dış tehditlerinde en önce geliyordu. Bu dönemde, NATO’nun dış tehdidine uyum sağlamak için komşularımızla düşman olduk. O düşmanlık PKK’nın beslenmesine, büyütülmesine olanak sağladı.
Sadece dış tehditler değil iç tehdit anlayışı da ABD ve NATO’daki önceliklere göre şekillendirildi. Soğuk savaş dönemi boyunca öncelikli iç tehdit, Türkiye’deki Amerikan karşıtlığı idi. Emperyalist/kapitalist sisteme karşı olan örgütlenmeler, hangi siyasi görüşten olursa olsun iç tehdit kapsamında bertaraf edilmesi gereken hedefti. NATO’nun Türk devleti içine yerleştirdiği paralel devlet yapılanması, yani Gladyo, bu iç ve dış tehdit değerlendirmesine göre devleti ve toplumu düzenledi. Bağımsızlıkçılık, sosyalizmi savunmak yasaklanırken ve emperyalist/kapitalist sisteme karşı siyasal örgütlenmenin önüne engeller konulurken yobazlığın önü açıldı, tarikatlara yol verildi. Cumhuriyet Devrimi’nin, Padişah’ın kulu olmaktan çıkarıp eşit, özgür yurttaşlar haline getirmeyi hedeflediği halkın, bu yeni süreçte yeniden mensuplara/müritlere dönüştürülmesi istendi.
Bu iç ve dış tehdit değerlendirmesi doğrultusunda 12 Mart ve 12 Eylül askeri müdahaleleri yapıldı. 12 Mart ve 12 Eylül, halk hareketini bastırmakla kalmadı, aynı zamanda Türk Ordusu içinde de büyük bir tasfiye buna eşlik etti. İstisnaları olmakla birlikte, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde (TSK) NATO görevleri yapanların yükselişinin garanti altına alınması ve ayrıcalıklı konumlar elde etmesi norm haline getirilmek istendi. Ergenekon, Balyoz ve diğer kumpas davaları, bu çizginin devamıdır ve Türk Ordusu’na ve Türk milletine yönelik bir darbedir. TSK içindeki FETÖ bu zeminde hayat buldu, 15 Temmuz darbe girişimine böyle gelindi. Fethullah Gülen’in, o dönemin milli güvenlik siyaseti doğrultusunda kurulan Komünizmle Mücadele Dernekleri’nden yetişmesi tesadüf değildir. Aynı dönemde Türkiye’de sözde medrese aldı altında faaliyet yürüten, başlarında kerameti kendinden menkul sözde Şeyhlerin olduğu tarikatlar örgütlenmiştir.