Her şeyi birbirine bağlayan
Tabiatın solan çiçeği, kuruyan yaprağı yeni bir çiçekle, yeni bir yaprakla yerine geri koyan bir hafızası var. Ona o hafızayı da bir bağışlayan… Varlık sistematiği içinde her şey birbirine bağlı ve zuhura gelen her şey ulvi kaidelere göre hayat buluyor. Dolayısıyla bizi oluşlarıyla şaşırtan şeyler, aslında bir saatin hassas iç organlarının muntazaman işlediği gibi o sistematik içinde şaşmadan ve olması gerektiği gibi oluyor. “Yaşam bana hep kök gövdeden beslenen bir bitkiyi anımsatır. Yaşamın kök
Tabiatın solan çiçeği, kuruyan yaprağı yeni bir çiçekle, yeni bir yaprakla yerine geri koyan bir hafızası var. Ona o hafızayı da bir bağışlayan… Varlık sistematiği içinde her şey birbirine bağlı ve zuhura gelen her şey ulvi kaidelere göre hayat buluyor. Dolayısıyla bizi oluşlarıyla şaşırtan şeyler, aslında bir saatin hassas iç organlarının muntazaman işlediği gibi o sistematik içinde şaşmadan ve olması gerektiği gibi oluyor.
“Yaşam bana hep kök gövdeden beslenen bir bitkiyi anımsatır. Yaşamın kök gövdesinde saklandığı ve görünmez olduğu doğrudur. Toprağın üzerinde görünense yalnızca tek bir yaz dayanır; sonra de solar gider. Kısa ömürlü bir görüntü bu. Yaşamların ve medeniyetlerin sonu gelmeyen oluşumlarını ve yok olup gidişlerini düşündüğümüzde mutlak bir hiçliğin etkisinden kurtulamayız. Buna karşın ben, hiçbir zaman sonsuz akışın altında yaşayan ve sürekliliği olan bir şeyin var olduğu duygusunu yitirmedim.” diyor Carl Gustav Jung, ‘Anılar, Düşler, Düşünceler’ adını verdiği kitabında.
Biz sebepler ve sonuçlar dünyasında yaşıyoruz. Hatta şunu diyebiliriz ki, bu dünya görünüşte küçük sebeplerden ve sonuçlardan yürüyen bir hikayedir. Bizim baktığımız yerden görünen budur, bizim yaşadığımız yerde yaşamanın olması gerekeni de budur. Aksi halde bir dünya hayatından, o içinde akan herhangi bir hikâyeden söz edemezdik. Dünyanın tabiatı, yaratılış hikmeti ve sırrı, bunu gerektirir.
“Irmaklar bir kaynaktan doğuyor, nice diyardan geçip, nice badire atlatıp ummana ulaşıyor” dedi yanındakine, “neden hayat da böyle bir şey olmasın!”
Bir filmin karakterleri gibiyiz biz; her olan şey bizim için yeni bir şey… Anbean yaşadıklarımız içinde daima bilinmezlik taşıyor ve duygularımızı etkiliyor. Senaryoyu yazan içinse hiçbir şey önüyle de sonuyla da bilinmez değil; nerede başladığı ve nereye doğru aktığı belli her şeyin. Güneşi sabahın ufkuna koyan, günleri de birbirine ekliyor. Mevsimleri ardı ardına sıralayan, rüzgarları dağların zirvelerinde bir dolaştıran, suları taşların üstünde seke seke akıtan, dalları yeşillendiren, çiçeklerle donatan ve sonra yine bir solduran var. Arıların dolaştığı çiçeklere bal özünü bir damıtan var. Elbet bütün hikayeleri de birbirine bir bağlayan var. Sebepleri birbirine bir bağlayan var. Yolları birbirine bağlayan, hikayeleri hikayelerle kesiştiren, hayatları birbirine yakınlaştıran ve uzaklaştıran, fikirleri akla getiren, gönülleri birbirine bir yakıştıran, sevdaları kalplere mühürleyen, sessizliklerin arasına sözleri serpiştiren, kırılan hayalleri yeni hayallerle değiştiren, ömürleri rengarenk bir kilim gibi bir dokuyan, insanın dışına bir dünya kuran ve çok daha büyüğünü içine bir sığdıran var.
Jung, aynı kitabında insanın iki dünyasına ilişkin geniş ufuklu düşünceler de serdediyor: “Dış dünya, içsel olanın yerini alamaz. Bu nedenle, dışsal olaylar açısından yaşamım zengin değil. Onlarla ilgili söyleyecek fazla bir sözüm de yok; anlatsam boş ve içeriksiz oldukları duygusuna kapılırım. Kendimi yalnızca içimde olup bitenlerle anlayabilirim. Yaşamımı benzersiz kılanlar onlar…”
Sadece oltanın ucuna bakarsan, kovanda balıkla eve dönersin belki ama ummanı göremezsin, hayat böyle!
“Aklım ilk erdiğinde içimin derin kuyusuna attığım nice minik taş var ki” dedi beyaz saçlı adam, “bir ömür geldi geçti, hâlâ kuyunun dibine varmadı!”