Hisseden kıssa
Hayat hepimizi bir şeylerle meşgul ediyor sürekli. Yeni zamanlarda ipler insanın elinde değil pek, hepimiz hayat gailesi deyip suçu üstüne yıktığımız bir şeylerin peşinde oradan oraya sürükleniyoruz. Bu arada nerelerden eksiliyoruz, ne kadar azalıyoruz, yol boyu bir vakitler kıymet verdiklerimizden neleri düşürüp de farkında olmuyoruz, orasını pek düşünen yok! Yaşadıklarımıza bakınca şunca koşturmaya değecek pek bir şey de çarpmıyor gözümüze aslında. O halde neden bunca kargaşa, bunca didinme, bunca
Hayat hepimizi bir şeylerle meşgul ediyor sürekli. Yeni zamanlarda ipler insanın elinde değil pek, hepimiz hayat gailesi deyip suçu üstüne yıktığımız bir şeylerin peşinde oradan oraya sürükleniyoruz. Bu arada nerelerden eksiliyoruz, ne kadar azalıyoruz, yol boyu bir vakitler kıymet verdiklerimizden neleri düşürüp de farkında olmuyoruz, orasını pek düşünen yok! Yaşadıklarımıza bakınca şunca koşturmaya değecek pek bir şey de çarpmıyor gözümüze aslında. O halde neden bunca kargaşa, bunca didinme, bunca yorgunluk? Ne için dönüp duruyoruz bu girdabın içinde? Ne kalıyor elimizde?
“Bir kıssa anlatıldığında ondan hepimize birer hisse düşer” dedi gün görmüş ihtiyar, “ama asıl mesele o hisseden kendi kıssanı çıkarmaktır.”
İnsanlık yükünü taşımanın zor mu zor olduğu bir vakitti. Velakin hayat ocağı tütsün diye yola düşmek lazımdı. Kervanını insanlık yüküyle yükledi, yola çıktı adam. Pazar yeri uzak, yol meşakkatli, yol üstündeki engeller çeşit çeşitti. İlk zaman hızını alıp yürüdü, mesafe de aldı. Günler boyu güneşin yakıcı ateşi altında buram buram ter dökerek ilerledi, gecelerin ayazında tir tir titreyerek geceledi. Sonra yavaş yavaş yorgunluk çökmeye başladı her yanına, adımları yavaş yavaş ağırlaştı, dizlerinde mecal azaldı. “Bu kadar yükle ben bu yolu tamam edemem” diye düşündü. Önce metanet çıkınını bıraktı konakladığı bir yerde. Sonra sabır şiltesini bıraktı. Her attığı adımda yükü daha da taşınmaz bir hale geliyordu. “Olmayacak böyle!” dedi, önce basiret cübbesini çıkardı sırtından, ardından fazilet hırkasını… Yetmedi, dirayet kuşağını çözdü belinden… Geldi sıra çuvallara; önce bereket çuvalını, sonra kanaat çuvalını, ardından şükür çuvalını bıraktı ardında. Yükleri eksiltiyordu ama üstündeki ağırlık azalmıyor, dizlerine mecal gelmiyordu. Nihayet mahviyet heybesini, sıdk sandığını, ülfet sepetini de bıraktı. İhsan azığından da pek bir şey kalmamıştı elinde. Pazar yeri uzaktan görünmüştü ama adam da artık iyice bitip tükenmişti. En son muhabbet gömleğini de çıkarıp attı üstünden kalan son mesafeyi alabilmek için. Birkaç adım atmıştı ki aklının başına gelmesiyle durakaldı, yere çöktü ve içini kanatan soru dudaklarından dökülüverdi: “Pazar göründü ama benim ne pazarda satacak bir malım ne karnımı doyuracak bir azığım kaldı. Bunca yolu niye geldim ki ben!”
İnsanın daima kendini yoklaması lazımdır; kendini eksildiği yerden tamamlaması, bozulduğu yerden düzeltmesi, acıktığı yerden doyurması, üşüdüğü yerden ısıtması... Aksi adım adım iflasa yürümektir. Heybesine azığı olmayan yolda kalır, kurda kuşa yem olur. İnsanlık heves işi değildir, nefes işidir.
Heybende muhabbet varsa, yollar sana revan olur.
Feridüddin Attar’ın (ks) ‘Mantıku’t-Tayr’ından bir kıssa ile bitirelim yazıyı: “Düşmanlarına üstün gelen yürekli yiğit bir adam vardı. Beş yıl boyunca bir kadına âşık oldu. Ancak âşık olduğu güzel kadının gözünde tırnak ucu kadar bir ak vardı. Adam kadına bakmaya doyamıyordu, ama bir türlü kadının gözündeki akı da görmüyordu. Öyle aşıktı ki kendinden geçmişti. Bu halde sevgilinin gözündeki ayıptan haberi olur muydu? Bir müddet sonra adamın aşkı azaldı ve kadının gözündeki akı gördü, ona dedi ki: “Gözündeki bu ak da ne zaman ortaya çıktı?” Kadın dedi ki: “Bana olan aşkın azalmaya başladığı zaman.”