Mete Tunçay: Bilge, bilgin, hoca...
Mete Tunçay soğukkanlılığı, ironisi, zekası ve büyük birikimiyle bir bilgindir, bir bilgedir. İnsancıl ilişkileri de hep bu doğrultudadır. bir insanın büyük bilim adamı olması evvela aykırı...
Mete Tunçay soğukkanlılığı, ironisi, zekası ve büyük birikimiyle bir bilgindir, bir bilgedir. İnsancıl ilişkileri de hep bu doğrultudadır. bir insanın büyük bilim adamı olması evvela aykırı olmasıyla başlar. Bilineni, verili olanı, ezberlenmiş olanı reddetmektir aykırı olmak
Bugün sabah erkenden birikmiş gazetelere göz atıyordum ki, Hürriyet'te Cansu Çambel'in Prof. Mete Tunçay'la yaptığı mülakatı gördüm.
Bir nefeste okudum.
Hoca her zamanki gibi ilginç şeyler söylemiş. Benim için önemli olan o değil, Mete Hoca'nın 80 yaşına girmesi.
Belki yazdım, bir daha anlatmakta ne beis olabilir?
1978 sonbaharıydı. Ankara'da linyit dumanı, kirli hava ve ölüm vardı.
Sokaklarda her gün 10 kişi birbirini ölüyordu. Hiçbir ihtiyaç maddesi bulunmuyordu.
Siyaseti bir ölüm yorganı gibi üstümüze çekmiştik. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu.
Tunalı Hilmi'deki Bilgi Yayınevi'ne, bir cumartesi sabahı, Attila Abiyi (İlhan) görmeye gittim. Aaa, o zat, üstünde bir beyaz tişört, sakalları göğsüne dökülüyor, masanın önündeki koltuğa şöyle biraz kaykılmış oturuyor, heyecanlı bir şeyler anlatıyor. Attila Abi bizi tanıştırdı, 'Mete Tunçay' dedi.
Sıcakkanlılıkla elini uzattı, o alçak koltuktan kalkmaya çalıştı: 'Merhaba'.
Sonra heyecanla anlatmayı sürdürdü, Azerbaycan'dan yeni dönmüş.
O gidince Attila Abi, Mete Tunçay'ın ne kadar önemli bir tarihçi olduğunu anlattı, "En önemli yanı, Ortodoks olmamasıdır" dedi, masanın üstünde duran, iki ciltlik Sosyalist Siyasal Düşünüş Tarihi'ni işaret edip, "Yapıp göndermiş, dolapta öyle duruyordu, Ahmet cesaret edememiş, ısrar ettim, bastık" dedi. O sıralarda ben zaten onları yemiş yutmuşum, sadece o mu, asıl anıtsal kitap saydığım Türkiye'de Sol Akımlar'ı da...
1981'in karlı bir günü. Baktım, Bilgi Kitapevinde bir kitap: Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek-Parti Yönetiminin Kurulması (1923-1931).
Almayıp da ne yapacağım. Okumaya başladım. Allah'ım bu bir roman. O sırada Hacettepe Üniversitesi İktisat Bölümü'ndeyim. Taner Berksoy kitabı merak ediyor. Götürdüm. Biraz karıştırdı.
"Senden almayayım da, satın alayım" dedi. O kışı, bu kitabı defalarca okuyarak geçirdim.
Tanışıklığımız var ama samimiyetimiz, ahbaplığımız yok. Fakat Tunçay'ı 1980 sonrasında Türkiye sol, demokrat 'entelijansiyası' yakından izliyor. Önce 1402 ile SBF'den atılıyor. İstanbul'a göçüyor. Sonra Toplumsal Tarih dergisini çıkarıyor. Ada'da yaşıyor.
DOKTORA JÜRİMDEYDİ
Derken, Erhan Göksel'in yakın arkadaşı ya, bir akşam onun evinde buluşacağız bekledik, gelmedi. Nihayet geç bir vakit kapıyı çaldı. O sırada salondaki televizyon bozulmuş. Bir şey izliyoruz. Erhan, "Yatak odasındakine bakalım" dedi. Hepimiz yatağın kenarına oturduk. Mete Hoca uzandı, elini başının altına koydu, bir dakika sonra horlamaya başladı. Ben güldüm, "Aman ses çıkarmayın" dedim, yürüdüm gittim.
Bu 1992 veya 1993 olmalı. Ondan sonraki halkayı anımsamıyorum.
Fakat kendimi Mete Hoca'yla ahbap buldum. Derken onu önce doktora jürimde gördüm. Eh, Mete Hoca'nın 'kökeninden' gelip de ne yazacağım, CHP, sosyal demokrasi, Türkiye üstüne bir tez yazmıştım. Davet ettik, kalktı, gene çok karlı bir gün Ankara'ya geldi.
Jüriyi yaptık. Çok güzel şeyler söyledi.
Eleştirdi, ama kendi/lerinin yaptığı 'tarih'ten konuyu çıkarıp siyaset bilimi kapsamına aldığımı, bunun ilk olduğunu büyük bir açık yüreklilikle dile getirdi.
Bunu saptaması, yerine oturtması ve bunca 'komplekssiz' bir biçimde dile getirmesi beni şaşırtmıştı. Hele tanışıklığımıza rağmen o süreçte kontrol ettiği 'mesafe', 'deontolojik' hassasiyet, dikkat beni hayran bırakmıştı. O akşam biz restoranda toplanmıştık. Mete Hoca'yı ben alıp götürmüştüm. "Bayar'ın günlüğünü okuyordum" demiştim.