Dur durak bilmeyen bir çoşku içinde rüzgarda uçuyoruz
Arafat’tan Mekke’ye dönen binlerce bedevi arasında, yeri göğü gürleten bir koşuda devemi sürüyorum. Yeri göğü sarsarak dört nala giden develerin karşı konmaz dalgalar arasında şimdi bir zerreyim ben....
Arafat’tan Mekke’ye dönen binlerce bedevi arasında, yeri göğü gürleten bir koşuda devemi sürüyorum. Yeri göğü sarsarak dört nala giden develerin karşı konmaz dalgalar arasında şimdi bir zerreyim ben. Rüzgarda birer trompet gibi havayı döven kabile bayrakları; havayı yırtarcasına haykırılan kabile isimleri, mahalli naralar: “Ya Ravga, Ya Ravga!” diye bağırıyor Atayba kabilesinin adamları. “Ya Avf, Ya Avf!” diye karşılıyor bunu Harb kabilesi. Ve öteden, ilerleyen kasırganın ucundan “Şamar, Ya Şamar!” narası yetişiyor hemen.
Ovada gürüldeyerek, uçarak ilerliyoruz. Dur durak bilmeyen bir coşku içinde rüzgarda uçuyoruz. Ve rüzgar kulağıma sevinçle dolu bir zafer şarkısı fısıldıyor: “Artık bir daha hiç, bir daha asla bir yabancı olmayacaksın!”
Sağımda kardeşlerim, solumda kardeşlerim; hiç birini tanımıyorum, ama hiç biri yabancı değil bana. Bu keyifli yarışta, aynı denize doğru koşan küçük dereler gibiyiz. Geniş bir dünya açılıyor önümüzde. Kalplerimiz, Peygamber sahabelerinin kalplerinde tutuşan kıvılcımla tutuşmuş. Sağımda, solumda kardeşlerim, hepsi de biliyordu ki, varmaları umulan hedefe varamamışlar, yüzyılların akışında kalpleri daralmış, ufukları küçülmüştü; ama kendilerine vaat edilen şey, bize vaadedilen şey, binüçyüz şu kadar yıl önce çölde parlayan ışığa yüzümüzü çevirdiğimiz sürece, menzilde bizi bekliyor…