Her şeyiyle kendine özgü Londra...

25 Mayıs 2017 Velhasılı kelam yeniden Londra. Bu kenti başka türlü sevmenin bir yolu var mı diye düşünüyorum ama önce nasıl sevdiğimi yazayım. Londra dünyanın başka kentlerine benzemez. Her şeyiyle...

25 Mayıs 2017
Velhasılı kelam yeniden Londra. Bu kenti başka türlü sevmenin bir yolu var mı diye düşünüyorum ama önce nasıl sevdiğimi yazayım. Londra dünyanın başka kentlerine benzemez. Her şeyiyle kendisine özgüdür.
Bu kadar özgünlüğü ne NY için söyleyebilirim ne Paris için. İyi bir şey midir bu iyi değil midir, işte o konuda ikircikliyim.
Bazen kendimi haddinden fazla rahat hissediyorum o özgünlüğü nedeniyle bazen de epeyce sıkıntılı.
Bütün o nezaketler, incelikler, gülümseyerek konuşmalar, yerlere bakmalar vs hem hoş hem sıkıcı. Londra, tıpkı İngilizler gibi, kendisini dayatmayan ama varlığını her şeyin ötesinde hissettiren bir şehir.
Havaalanından kente gelirken bunları düşündüm.
(Heathrow Express'le Paddington sonra taksi 70 pound. Aynı yola Uber'le 25 pound veriliyor-muş.) Bir de bu kentin dünyanın diğer bütün varsıl kentlerinden çok daha fazla zengin olduğunu. Böylesi zengin şehirler arasında mesela Dubai var ama onu bir 'yokşehir' sayıyorum. Londra hem yaşanan bir kent hem de hiçbir başka yerde görmediğim ölçüde zenginliğini duyumsatan bir yer. O zenginliğin en çarpıcı araçları da arabalar. Bu kadar çok lüks ve görülmedik arabanın bir arada görüldüğü başka bir kent bilmiyorum.
Gelişiyor Londra. Hem de nasıl. Tıpkı İstanbul gibi demeliyim. Her geldiğimde bir bölgenin başını alıp gittiğini görüyorum. Bu defa da South Kensington. Akşamı da orada gitmek istediğim bir lokantada kapattık.

26 Mayıs 2017
AYRINTI, İNCELİK, DİKKAT

Elbette müzelerin, galerilerin, konser salonlarının, tiyatroların kenti ama bu kent aynı zamanda parkların, ağaçların kenti dersem yeni bir şey söylemem, herkesin bildiğini kendime hatırlatmış olurum.
Ölçeği çok küçük bir şehir Londra. Evlerin oturduğu alanlar ufaktan da ufak. O nedenle town-house'lar iki, üç katlı. Bu kadar birbirinin içinde yaşayınca mı insanlar bu derecede saygılı ve uygar oluyor, sorulması gereken sorudur. Akşam davetli olduğumuz eve erken varmışız. Şehrin en sevdiğim yerlerinden Mayfair'deydim.
Biraz etrafta dolaşmak istedim.
Zaman geçireceğiz ya, ne yapalım, bir kahve bulup oturalım derken, aaa Cafe Richoux'nun yakınındaymışız. 100 küsur yıllık Fransız tipi kafe. İlk açıldığında Baker Caddesi'nde o çağın bohemi dadanmıştı.
100 yıl sonra şehrin en şık bölgesinde. Kahvehanenin içine bakınca yeniden anladım ki, 19. yüzyılın başkenti gerçekten Paris'miş. Ama asıl espri hemen yakınındaki Purdey mağazası: silah ve tüfek yapımcısı, 18. yüzyıldan bu yana. Dünyada en sevdiğim mağazalar arasında sayarım kolonyal dönem İngiltere'sinde 'manifaktür' yapan mağazaları.
Ayrıntı, incelik, dikkat, özen demektir. Hele bir de deri girdi mi işin içine söylenecek söz kalmaz. İnsanın daima az ama çok özenli, seçilmiş malı/nesneleri olmalı.



27 Mayıs 2017
SERVİS İNGİLİZ MARİFETİDİR

Her yer kapalı bugün. Bahtım öyle denk getirdi. David Hockney sergisinde bilet yok.
Chris Offili sergisini gezeyim dedim, olmadı. Serpentine Gallery 8 Haziran'a kadar kapalı. Ben de kendimi Londra'nın içine attım. Biliyorum arkadaşlarım bana kızıyor, "ömrünü lokantalarda yemek yiyerek geçirdin, bu kadar yazı yazdın, o konuya girmedin" diyorlar. Evet, öyle! Aldığım terbiyenin bir sonucu. Hayatın o kısmını çok özel bir neden yoksa söz konusu etmiyorum.
Biraz günlüklerimde sadece o özel nedenlerle bahsettim. Onları da nevzuhur bir eski öğrencim başka türlü yorumladı.
O kadar eğitebilmişiz, kabahat bizde (!) Ama bugün gittiğim lokantadan bahsedeyim.
Çağlar öncesinin yemeklerini yeniden üreten bir yer. 13, 14.
15. yüzyıldan, 16. 17. yüzyıldan yemekler var. Adamlar reçeteyi nereden aldıklarını da yazmışlar. Dileyen gider bakar.
En eski yemekleri yedik.
Böyle bir yemek yediğinizde ne karnınızı doyuruyorsunuz ne yediğiniz malzemedir söz konusu olan. Bir tarihi, bir entellektüel marifeti, bir insan macerasını düşünüyorsunuz.
Hayatımda en çok okuduğum kitaplar arasında yemek tarihi var. Buralarda işe yarıyor. Gene de önünüze pişmiş bir yemek geldiğinde şaşırıyorsunuz.
Ne yapsın Ortaçağın güzel ve yoksul insanları? Ne buldularsa katıp karıştırıp pişirdiler, yediler. İlikler, kemikler, yağlar. Bir araya gelince de ortaya tahayyülün ötesinde bir şey çıkıyor. Büyük bir zevkle, yemek değil insan zekası ve marifeti yedim. Akşama dededen kalma ama çok uzun zamandır gitmediğim deniz lokantası. Bırakalım yemeklerin mucizevi hassasiyetini.
Bir tabak yemeği önünüze dört kişinin getirmesi yeter.
Her zaman söylerim: servis İngiliz marifetidir diye!

28 Mayıs 2017
İLHAM VEREN PAZARLAR

"Bugün benim ve sokakların" dedim. Sabahtan Portobello Yolu'na gittim. Bit pazarına. Pek sevdiğim bir yer değildir. Bu tür pazarlardan hoşlanmam. Ama gene de insana ilhamlar veriyor. Çağrışımlar!...
Hayatın en büyük kazancı. Dolaşırken ansızın bir ikona gözüme çarptı. Eskil Bizans (ki artık yok, imkansız denecek kadar zordur bulmak), Rus ve Yunan Ortodoks kiliselerindeki ikonalara ayrı bir zaafım var. Bir dostumun evinde çok güzel bir örneği vardır. bayılırım.
O kadar çarpıcı olmasa da beni kendine kurşun gibi çekti. Bir 16. yüzyıl ikonası.
Rus. Almak istedim. Fiyatını korka korka sordum. Hayretler içinde kaldım. Yoksul bir üniversite hocasının da karşılayacağı bir fiyattı. Haydi nefret ettiğim pazarlık faslı.
Ama İngilizlerle bu iş kolay.
Ne sattıklarını, değerini o kadar iyi biliyorlar ki. Ötesi boş laf, dinlemiyorlar zaten. Neyse, aldım bu muhteşem işi.
Bu da bana yeter! Efendim, derken, sabahları bir sorun var: kızarmış ekmeği nereye koyacağız? Tabakta üst üste terleyip yumuşuyorlar. Halbuki o sıcaklığın kaybolması, soğuyup kurumaları gerek.
Bunun için bir 'toast rack' yapmıştır, her şeyi inceden inceye planlayan İngilizler ki, zaten giyim ve servis İngilizlere ait şeylerdir demedim mi?... Bir tane buldum. Aman o ne satıcıdır. Adamcağız üç otuz paraya sattığı 'askı' hakkında bir saat konferans verdi.
Bana da 1870'lerden kalma ızgarayı almak kaldı. Çıkınca Ledbury Caddesi. Bu şehrin gizemi zenginlik. Her sokakta, mahallede sekiz, on tane bulunan dükkanlardan bir tek tanesi yok İstanbul'da. Olabilirdi.
İzmir'de de olabilirdi.
Onlar öyle oldular, biz de böyle!
Geriye havaalanına gitmek kalmıştı. (Uber'le 24 pound.) Uçaktayım. FT'nin magazinini okuyorum. Lokanta yazarı Nicholas Lander, Hırvatistan'da gittiği iki lokantayı yazıyor.
Buyursun bizde yemek yazarı yazan, karideslerin başlarını iyice emen, olmadık, internetten indirilmiş şarap adlarını alt alta dizen, en pahalı lokantalar hakkında çocuksu allamelikler taslayanlar okusun bu yazının alçakgönüllü, işinin ehli, bilgi veren, yol gösteren, ışık tutan içeriğini, üslubunu. Bu şımarıklık sadece bize özgü!
Son Londra armağanı diyelim FT'nin hafta sonu ekleri...
YAZININ DEVAMI
ÇOK OKUNAN YAZARLAR
YAZARIN DİĞER YAZILARI
‘Büyük tıkınma’ ya da edebiyatı edebiyatımsılarla öldürüş 10 Kasım 2018 | 4.038 Okunma Atatürk’ün hayatı: resmiyet, sivillik, bilimsellik... 14 Eylül 2018 | 280 Okunma Şiirlideğnek küçük İskender ve büyük şiiri 20 Temmuz 2018 | 268 Okunma Nazım Hikmet’in Cep Defterleri 08 Haziran 2018 | 356 Okunma 1968’e Türkiye’den bakmak... 11 Mayıs 2018 | 331 Okunma
TÜM YAZILARI
Yorumlar