Işıklı Paris’te 3 gün
Geçen haftaki seyahatimde karlar altında bir şehir beklerken bir bahar Paris’inde buldum kendimi. Üç gün boyunca şehri gezdim, birçok sergiyi görme fırsatı buldum. Gündüz kafelerinde vakit geçirip...
Geçen haftaki seyahatimde karlar altında bir şehir beklerken bir bahar Paris’inde buldum kendimi. Üç gün boyunca şehri gezdim, birçok sergiyi görme fırsatı buldum. Gündüz kafelerinde vakit geçirip akşamları ise klasik müziğin büyüleyici dünyasına bıraktım kendimi...
28 Ocak 2016
Tabii ki, kış Paris'lerine çok gitmişimdir. Karlar orada da üstüme yağmıştır. Hele bir defasında hiç unutmam, kar hiç beklemediğim kadar yağmış, ben de hep yaptığım gibi, ayakkabımın inceliğine aldırmadan sokaklara fırlamış, parklara gitmiştim. Lüksemburg Parkı'nda üstlerine kar biriktirmiş heykellerin görüntüsü hala gözlerimin önündedir.
Bu defa da öyle gerekti, Paris'e geldim ama soğuk ve kış beklerken yaz demesem de ışıklı bir bahar Paris'i buldum. Köprülerin üstünde sonsuzluğa uzanan büyük gökyüzü hele vurgunu olduğum günbatımı saatlerinde bambaşka bir Paris çiziyor, saydamlaşmış maviler, bulut öbekleri ve altın sarısı batan güneş. Işıklar içinde aydınlıkla yıkanan Seine...
Bu Paris, başka bir dünya! Uçak bir hengameydi. Yanımda dev gibi bir kadın oturuyor. Koridorun ötesinde eşi ve iki çocuğu. Nefis bir kadın bu. Her yerinden sağlık taşıyor. Çocuklar bakmaya kıyılmayacak kadar güzel. Ama asıl espri kucağında bile değil, Michelangelo'nun heykeli Davut'unki kadar büyük elinde tuttuğu üç haftalık yeni çocuğu. Emziriyor. Çocuk gıkı çıkmadan uyudu üç saat boyunca.
Uçak, otel, sonra başka bir dünya dediğim Paris sokakları. Marais'ye gidiyorum. Galeri Ropac'ta David Salle sergisi var; gençliğimin, 1980'lerin büyük yıldızı ama bu defaki resimleri bana hiçbir şey söylemediği gibi, hazin bir çöküşün, yıpratıcı bir sıradanlaşmanın, üzücü bir ucuzculuğun çalışmaları. Oysa üst katta yer alan Duchamp sergisi bir kere daha her şeyin nasıl bu dâhinin 'paltosundan' çıktığını gösteriyor. Şişe askılığını sergiliyor Ropac, neredeyse bir müze hassasiyetiyle ve Duchamp, hala genç.
Oradan çıkıp, derlenip toplanıp, Champs Elysee Tiyatrosu'na gidiyorum. Andris Nelson, Filarmoni Orkestrası'na Bruckner 5. Senfoni'yi çaldırıyor. Müthiş! Bunu Karajan'dan ve onun başını yediği Celibidache'den dinledim. Heitnik için en iyisi derler. Dinlemedim. Nelson'u da ilk kez dinliyorum. Bana göre Karajan'ın yavaşlığını anımsatan bir tarzı var. Eleştirilerim saklı, ama önemli değil. Çok etkileyici bir yorumdu. Bruckner'i büyük bir kabiliyet ama ne yazık ki, Beethoven ve Wagner'den sonra gelme şanssızlığına uğramış bir besteci olarak bir kere daha kaydediyorum. Tabii, son dakikada bilet bulunca balkonda en rahatsız yerden izliyoruz konseri. Yıldırıcı desem yeridir.
Çıkınca Select. Tamam eski, tamam modası geçmiş, tamam yorgun ama bana her şeyiyle hitap ediyor. Bir zaman Baudrillard'la oturduğum masadayım. Daha ne olsun!
Cumartesi gecesinde Paris, Montparnasse Bulvarı'nda gizli bir hüzün içinde...