Ruhu emziren bekleyişler...
Bu mevsimin cilvesi işte! Gün hiç solmayacakmış gibi duruyor. Oysa akşam ezanına bir saatten az zaman var. Boğazın karşı kıyısında bazı evlerin camları son kez güneşten alev alıyor. Ihlamur...
Bu mevsimin cilvesi işte!
Gün hiç solmayacakmış gibi duruyor.
Oysa akşam ezanına bir saatten az zaman var.
Boğazın karşı kıyısında bazı evlerin camları son kez güneşten alev alıyor.
Ihlamur kokuları geliyor arka mahallelerden.
Masadaki nükteler, haberleşmeler, çarçabuk yerlerini tatlı bir suskunluğa bırakıyor. İlahi bir el uzanıp hiperaktif dünyamızı yatıştırıyor.
Açlık, susuzluk ve başka ne varsa unutuyoruz.
Geriye bekleyişin güzelliği kalıyor.
Hele tek başımaysam (ki çoğu kez tek başıma olmayı seçtim, ihtiyacım vardı!) her saniyemi bu güzellik dolduruyor.
Biliyorum...
İftar vakti yaklaşık 40 dakika kadar sonra her seferinde yanı başımızdaki iskeleye bir kuğu gibi yanaşan akşam vapuru gibi gelecek.
Bu sahneyi niye anlattığımı merak edeceksiniz ya da bazılarınız "bize ne?" diyecek...
Açayım biraz...
İnsan her yaşında "yeni"lenebiliyor; "biliyorum" deyip geçtiği şeylerde bilmediği ne çok şey olduğunu fark ediyor.
Bugüne kadar beklemek eylemi benim için ya özlemdi ya da dirençti.
Sabırdan biraz ayrı tutuyorum. Sabır, içinden beklemeyi de çekip sökebilen bir olgunluktur. Oysa beklerken öyle ya da böyle hedefe kilitlenirsiniz.
Ama bu sefer başka bir şey oldu.
Bu Ramazan'ın daha ilk günlerinden başlayarak bir his beni günlük hayatın akışından çekip çıkardı.
Bu kez çemberi kırabildim.
Sonunda öğrendim ki...
Meğer ruhu kucaklayıp emziren bir bekleyiş tipi de varmış...
Orucu açtığım her seferinde beni çoktan doyurduğunu hissettiğim bekleyiş...
Hamdolsun!
Bunu öğrenmek için çok geç mi kaldım? Belki...