Elmalılı M. Hamdi Yazır’dan

Zamanımızdan yaklaşık bir asır önce meşhur müfessirimiz M. Hamdi Yazır  tarafından kaleme alınan-sadeleştirerek  ve kısmen sunduğumuz-  bu yazıda günümüze de hitap eden kısım...

Zamanımızdan yaklaşık bir asır önce meşhur müfessirimiz M. Hamdi Yazır  tarafından kaleme alınan-sadeleştirerek  ve kısmen sunduğumuz-  bu yazıda günümüze de hitap eden kısım “İslâm’da ruhbanlık olmadığı, kul ile Allah arasında papaz mânâsında vasıta bulunmadığı, dünya işlerini dürüstlük ve meşrûiyet içinde yürüten bir mü’minin aynı zamanda ibâdet etmiş olacağı, din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılamayacağı...” hususlarıdır (Beyânu’l-hak, c. 1, Sayı: 22, s. 511 vd.).

…Her şeyden önce İslâmiyet ruhbanlık esâsına dayanan rûhânî reisliği hiçbir zaman kabûl etmemiştir. Çünkü hükümleri arasında rûhânîliğe ait bir meselesi yoktur. İslâmiyet’te rûhânî denecek bir şey varsa ilim ve marifettir, bilginlerine bilgi sahibi olmaktan başka bir sıfat vermez. Rûhâniyet, ibâdetlerin rûhî ve vicdânî hissiyattan ibâret olması inancına dayanan bir felsefenin gerektirdiği bir şeydir ki, buna göre maddî işlerden hiçbirisi ibâdet olamaz. Meselâ haram yememek için meşrû yollardan geçimlik kazanmak ibâdet telâkki edilmez. Dünya işlerinden hiçbirinde âhirete ait sevap gözetilmez. Buna göre de rûhâniyet anlayışına sahip olanlar ibâdetle meşgul olmak isteyince dünyayı terketmeye (târik-i dünyalığa) mecbur olurlar. Bir de rûhâniyet esasında “hulûl (haşa tanrılığa katılma) felsefesi” mevcût bulunduğu cihetle rûhânî reislere mukaddeslik ve lâyuhtîlik (yanılmazlık) sıfatları takılır. Bunlar beşer üstü bir kudrete sahip telâkki edilir ve kendilerine gösterilen saygıda başka bir renk bulunur.

İslâmî hükümlere göre, Hıristiyanlıktaki rehbaniyet bile… sonradan uydurulmuş ve ona da riâyet edilememiştir; gerçekte de medeniyetin ilerlemesiyle siyâsî işlerden el çektirilmeye lüzum görülmüştür… Halbuki İslâmiyet rûhâniyet felsefesini kökünden yıkıp “İslâm’da ruhbanlık yoktur” nassına (hadisine)  dayanarak dinlerin dünya işlerine karışmasına mânî durumların başlıcası olan esaslara sed çektiği sırada rehbâniyeti de kaldırmış, ictimâî husûsiyetleri teyid, beşerî mükellefiyetleri birbirine benzer şekilde tanzim ve eşitliği tahkîm eylemiştir…İslâmiyet’in ibâdetlerinde bile rûhâniyet esası yoktur. Yalnızca iman ve itikâd kaidelerinde ilim ve mârifet esası vardır. Fakat imânın ilgili bulunduğu hususlar maddîdir: Namazlar, oruçlar, zekâtlar, haclar, Allah’ın kullarına hizmetler, insanlarla muâmele ve münasebetlerde helâl ve haramı ayırmak, adâlet ve eşitliği tatbik, ilim ve mârifet yolunda koşmak, merhameti her şeye yaymak, insanlığa Allah korkusunun icaplarını tam tatbike hep maddî denebilir. Felsefe ve mukayeseli dinler tarihi kitaplarında görülüyor ki rûhânîler İslâmiyet’i, ibâdetleri maddî olarak icrâ etmekle ittihâm etmek istiyor ve gerçekte onu takdir etmiş oluyorlar. İslâmiyet’te rûhu kabûl etmek rûhâniliği kabûl etmek demek değildir. Rûhun madde veya maddî olmadığı sabit bile değildir.

Cuma, bayram ve hacc gibi İslâm’ın şiar ve sembolleri arasında bulunan toplu ibâdetlerde halkın aydınlatılmasına, ibret almasına, dünya ve âhiretten haberdar olmasına ve bunun da İslâm birliğini bozmamasına büyük önem vererek hutbelerde bir siyâsî nokta gözetmiş ve hatîbin tayinini devlet başkanının iznine bağlamıştır ki, bu da rûhâniyetten ziyade cismâniyet (maddîlik) ile alâkalıdır. İslâmiyet cemiyetin hukûku ve insanların muâmelelerinin intizamını temin ile insanlık dünyasının kötülüklerden arınması, dînî ve uhrevî vazifelerin iyi bir şekilde tevziî ile son hedef olan saâdete doğru terâkkîsi, hâsılı Allah ve kul haklarının tam olarak korunması için vazedilmiş bulunan umûmî hükümlerini tatbik edecek, muâmelât ve ukubât isimleri altında hulâsa edilen siyâsî, hukûkî, ictimâî, cezâî.. kanunlardan ibâret bulunan hükümlerinin icrâsını üzerine alacak bir “icrâ kuvveti”nin bulunmasını gerekli görür ve ona da “imam, halîfe” adını verir.

Halîfe bir taraftan kendisine bey’at eden ümmetin vekâletini, diğer taraftan kendisinin de diğer teb’a ferdleri gibi uymaya ve uygulamaya memur ve mecbûr oduğu kanunun Vâzı ve Şâri’i’nin -icrâ bakımından- niyâbetini (temsîlini) haizdir. Ve hiçbir zaman şahsî ve müstebit reyi ile o kanunu çiğneyemez. Çiğnerse milletin hâkimiyeti hükmünü yerine getirir… müslüman bulunmak şartıyle bir kâdı’l–kudât ve müfti’l-enâm da bulunur. Râşid Halîfeler, Emevîler, Abbâsîler, Selçuklular devirlerinde şeyhülislamlar bu kâdı’l–kudâttan ibâret idi. Ve hiçbirinde İslâmlar bir rûhânî reis tanımamışlardı.

Buraya kadar arzettiklerimizden anlaşıldığına göre halîfe vekili olmak yalnız şeyhülislâma ait olmadığı gibi rûhânîlik ile de ilgisi bulunmadığından şeyhülislâmlar; kabine üyelerinden ve icra kuvvetinin cüzlerinden birisi bulunmak sıfatından başka bir şekilde İslâm nazarında yer bulamaz. Ve hiçbir zaman bir rûhânî reis sayılamaz. Kendisine karşı beslenen husûsî hürmet ise İslâmiyet’in, ilmin şerefine verdiği ehemmiyetten başka bir şeye bağlanamaz...

YAZININ DEVAMI
ÇOK OKUNAN YAZARLAR
YAZARIN DİĞER YAZILARI
İmansız akıl uygarlığı 01 Eylül 2024 | 275 Okunma Batı’da yaşayan Müslüman 25 Ağustos 2024 | 443 Okunma Sosyal medya aynasından 18 Ağustos 2024 | 127 Okunma Güç dengesi şart 11 Ağustos 2024 | 117 Okunma Bu acılı günde 04 Ağustos 2024 | 233 Okunma
TÜM YAZILARI
Yorumlar