Bir batık kent görmüştü düşünde... Bulutlar uçuşuyor gibiydi... Öfkesi dinmişti... İçinde derin bi
Bir batık kent görmüştü düşünde... Bulutlar uçuşuyor gibiydi... Öfkesi dinmişti... İçinde derin bir sızı alıp götürmüştü onu bilinmeyene doğru... Serin ve...
Bir batık kent görmüştü düşünde...
Bulutlar uçuşuyor gibiydi... Öfkesi dinmişti...
İçinde derin bir sızı alıp götürmüştü onu bilinmeyene doğru...
Serin ve yağmurlu akşamı severdi.
Çocukluğunu düşündü, babasının ölümünü. İlkokul yıllarını... Topaçlarını, kırmızı köprünün yanı başındaki kahveyi. Niobe’yi, yani Ağlayan Kaya’yı...
Caddeler ve parklar... 60’lı yılların başıydı. Bir kentin içindeydi tek başına...
Yelkenli gibi fora edilmiş sevdaları, o lacivert akşamların derinliğinde yol alıyordu...
Gramofonlar susmuştu.
Eskisi gibi şiirler de okumuyorduk...
Delikanlıydık. Genç kızdık!
Gökkuşağının yüzlerimize vurduğu yıllar geride kalmıştı...
Tekmil deniz kuşları kaçıyordu...
Tüm dönüş yolları kapalıydı...
Dalgalar kayalarda patlıyordu...
Lawrence’in aşkları duvarlara çizilmiş resimlerde kalıyor, bir gölge oyunu içinde kaybolup gidiyordu...
Bir batık kentin içindeydik...
Aldatıcı ama erdemli düşler görüyorduk...
O gece yine bilinmeyenen bir saatte Miklos Radnoti’den şiirler okuyorduk:
Dün yağmur çiseliyordu ve önümüzde
diz çökmüş bir insan gibi duran çalılıktan, çayırlığa
iki sevdalı çıktı ve uzaklaşıp gittiler
Çiçekler gibi açılmış dudaklarıyla
Bugünse yamaçta bize doğru sürünen
toplardır ve balçık içinde dönen tekerlekler
Miğferlerle örtülü alınlar
Ve arkada kan ve ter kokuları bırakarak
Yürüyen askerler
.........
Kumral çocukluk! Çoktandır yoksun artık!
Yaşlılıksa ulaşılmayacak kadar uzak!
Dizlerine kadar kan içinde duruyor şair
Söylediği her türküyü son türkü diye adlandırarak.