Şafağın soluğu...
Boşluğun suskunluğu arasında bir yerlerde dolaşalım, sonbaharın soluğunu dinleyelim bugün... Ellerimizi kavrayıp karanlık yağıştan yağışa sürükleyen, o düşlerimizi yıkanlara inat...
Boşluğun suskunluğu arasında bir yerlerde dolaşalım, sonbaharın soluğunu dinleyelim bugün...
Ellerimizi kavrayıp karanlık yağıştan yağışa sürükleyen, o düşlerimizi yıkanlara inat, şafağın sesiyle gelen dost aydınlığı bekleyelim.
Sonra haykıralım hep birlikte:
“İyi akşamlar
ey eşitlik
İyi akşamlar
***
İyi akşamlar
ey düzensizlik
İyi akşamlar”
Sonunda gözlerin azıcık olsa meçhul bir ifadeyi alır belki; belki bir esinti başlar akşam saatlerinde; belki hüzün bulutları dağılır.
Sen bekle!
Eskiden kalma gözyaşları, kaderin kadehinde bir parça umut, bir yakarış...
Acı...
Umut...
Tutku...
Aşk...
Zalimlik...
Hoyratlık...
Çiçeklenmiş bir yüreğin kanatlanmasıdır umut.
Bir huysuz acıyla değil, sevgiyle dokunmak gibidir ağaçların dallarında.
Var mısın İdil’de umut toplamaya, var mısın insanca yaşamaya, var mısın teröre karşı güç birliğine, birlikte barış içinde kardeşçe yaşamaya.
Bir sonbahar sabahındayız...
Güzel günleri görmek istiyor insan. İnsanca yaşamayı.
Sevgiyi, aşkı, sevdayı...
Haydi söyle bana yaşamın nerede olduğunu... Anlat bana arkadaşlığı, dostluğu, barışı, özgürlüğü...
İstersen Pablo Neruda’ya kulak ver bu sabah:
“Uzak bir aşkın
rengindeydi gözleri
kolları ikiz safirlerdi
dudakları titriyordu
mercan ışığında
sonunda çıkıp gitti
güç bela girdiği nehirde
tertemiz oldu yine
yüzdü bakmadan arkasına
yüzdü hiçliğe
yüzdü ölümüne”
***
Sen daha doğmamıştın “Deniz Kızı ve Ölüm” başlıklı yazımı yazdığım yıl...
Soruyordum yazımın bir yerinde:
“Nasıl kokar ıhlamur ağaçları çiçeğe durduğunda?”
Öyle kokuyor işte oturduğum vadi...
Çiçeğe dönüşmüş her yer, zeytin, çam ağaçları...
Koca çınar iyice yaşlanmış...