Koğuş arkadaşım Uğur Mumcu
24 Ocak 1993... Ankara kar altında. Sabah saat 10’da Çankaya sırtlarında patlayan bir bomba gazeteci-yazar Uğur Mumcu’nun arabasını havaya uçurdu. Mumcu’yu katleden bomba aslında yalnızca o arabanın altına...
24 Ocak 1993... Ankara kar altında. Sabah saat 10’da Çankaya sırtlarında patlayan bir bomba gazeteci-yazar Uğur Mumcu’nun arabasını havaya uçurdu. Mumcu’yu katleden bomba aslında yalnızca o arabanın altına konmamış, Türkiye’nin de temeline konmuştu. Suikast, Türkiye’yi istikrarsızlaştırma operasyonunun önemli bir kilometre taşıydı. Türkiye halkı Mumcu’yu uğurlamak için Türkiye’nin kalbine akın etti. Ankara hiç bu kadar büyük bir kalabalığı ağırlamamıştı. Bir milyonu aşkın insan, saatlerce süren sağanak yağmura rağmen “Uğurlar ölmez. Kahrolsun Amerikan emperyalizmi” sloganlarıyla Türkiye’ye sahip çıkıyordu.
Tarih 9 Temmuz 1992. Dönemin MİT Müsteşarı Korgeneral Teoman Koman, MİT'in merkez binasında gazetecilere bir akşam yemeği vermişti. "Teşkilat"ın tarihinde ilk kez karargâhın kapıları çok sayıda gazeteciye (48 gazeteci) açılmıştı. O tarihte 2000'e Doğru dergisinin Ankara Temsilcisi'ydim. Yemeğe ben de çağrıldım. 2000’e Doğru Dergisi, tarihinde ilk kez (ve son kez) MİT’e çağrılmıştı.
Hiç unutmam, Uğur Mumcu, 2000'e Doğru Dergisi’nin de çağrılı olduğunu görünce bana takıldı: "Hikmet, MİT’e girdin de bakalım çıkabilecek misin!"
Bu MİT ziyaretini 2000’e Doğru’nun 12 Temmuz 1992 tarihli sayısında yazdım, ayrıca ayrıntısı “Hangi Hizbullah” adlı kitabımda bulunuyor.
Biliyor musunuz?
CHP ve MHP'nin Cumhurbaşkanlığına aday gösterdikleri Ekmeleddin İhsanoğlu'nu ilk eleştiren gazeteci Uğur Mumcu’dur.
Ekmeleddin İhsanoğlu'nun 1980'li yılların şeriatçı dernek ve vakıflarıyla olan bağlantısını ilk yazan Mumcu'dur. Uğur Mumcu'nun
"Rabıta" adlı kitabında İhsanoğlu'nun adı da yer alıyor. Kitapta, Rabıtat-ül Âlem, yani "Dünya İslam Birliği" adlı şeriatçı örgütle bağlantılı dernek ve vakıflar ele alınıyor. "Rabıta"da Mumcu, Turgut Özal döneminde çıkarılan yasalarla Suudi sermayesinin Türkiye'ye girişini, Faisal Finans Kurumu üzerinden kurulan parasal ilişkileri ve bu paralarla beslenen dernek ve vakıfları ayrıntılı olarak inceliyor.
Mumcu'nun kitabında Ekmeleddin İhsanoğlu'nun adı, "İslâmî İlimler Araştırma Vakfı"nın yöneticileri arasında geçiyor.
Mumcu şöyle yazıyor: "İlim Yayma Cemiyeti" üyesi ve Aydınlar Ocağı eski genel başkanlarından Prof. Salih Tuğ'un da yönetimde görev aldığı bir başka vakıf da "İslami İlimler Araştırma Vakfı"dır.
Bu vakfın Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Ali Özek'tir.
Doç. Dr. Ekmeleddin İhsanoğlu, Prof. Dr. Asal Ataseven de vakfın yönetim kurulunda görevlidirler…”
CHP’nin böyle bir kişiyi Cumhurbaşkanı adayı olarak göstermesi akıl alacak bir şey değildir.
Uğur Mumcu ile ilk kez 12 Mart 1971 askeri darbe döneminde Mamak Askeri Cezaevi “Dış B” koğuşunda tanıştım. İkimizin de Ankaralı olması, çabuk kaynaşmamıza neden oldu. “Mumcuzadeler”den Uğur, sıkı bir Ankaralıydı. Uğur Mumcu o dönemde bir yazısında "ordu uyanık olmalı" demişti. Bu sözler, "orduya hakaret etmek", "sosyal bir sınıfın öteki sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü kurmak" suçunu işlediğinin kanıtı oldu! Bu davadan dolayı 7 yıl hapse mahkûm edildi. Karar Yargıtay tarafından bozuldu ve serbest bırakıldı. Ama bu olay, Mumcu’nun askerliğini, "sakıncalı piyade" olarak yapması için gerekçe olacaktı.
Uğur Mumcu’yu kaybedeli 31 yıl oldu. 50 yıl önce Mamak Askeri Cezaevi’nin Dış-B koğuşunda tanıdığım Uğur Mumcu’yu yaratan faktörler nelerdi? Ailesi onu nasıl yetiştirmişti? Kültürü, kişiliği, terbiyesi nasıl oluşmuştu? Araştırma merakı nereden geliyordu? Nasıl gazeteci olmuştu? Bu soruların yanıtını Mumcu’nun ağabeyi Ceyhan Mumcu’dan aldım. Ceyhan ağabey ile yaptığım söyleşi Aydınlık’ta 3- 9 Mayıs 1993 tarihleri arasında.
“Uğur Mumcu’yu ağabeyi Ceyhan Mumcu anlattı” başlıklı dizi yazı olarak yayımlandı. Bu yazı sonradan Mumcu anısına yayımlanan bazı kitaplara da girdi. Kaynak Yayınları’ndan kitap olarak çıktı.
Cinayetin hemen ardından açıklamalar birbirini izledi. Zamanın İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, cinayetin devletin namusu olduğunu ve aydınlatılacağını söyledi. Ancak “devletin namusu” olan cinayet hala aydınlatılamadı.
Mumcu’nun ölümünden dört gün önce, 20 Ocak 1993 günü İstanbul’da yapılan bir operasyonla “İslami Harekat Örgütü” üyelerinin yakalandığı açıklandı. Sanıklar, kamuoyuna “Çetin Emeç ve Turan Dursun cinayetlerinin failleri” olarak sunuldular. Dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin, Mumcu suikastından sonra yaptığı açıklamada Çetin Emeç, Turan Dursun ve Mumcu cinayetleri arasında “bağlantı bulunduğunu” söyledi. Kamuoyu katiller bulundu diye düşünüyordu. Bir süre sonra devlet görevlileri ilk operasyon hiç yapılmamış gibi ikinci operasyon haberleri için gene basının önündeydiler.
26 Ocak 1993 günü İstanbul ve Ankara’da düzenlenen iki operasyonda, 27 kişi yakalandı. Emniyet yetkilileri, yapılan sorgulamalar sonucunda elde edilen “bulgularla”, Mumcu suikastı soruşturmasının, Hizbullah örgütüne doğru yöneldiğini bildirdiler. Kısa bir süre sonra katillerin onların olmadığı anlaşıldı.
Kasım 1995’te yeni bir katil türedi. Bu üçüncü katil adayıydı. İstanbul’da İslami Hareket’in tetikçisi Tamer Aslan yakalandı. Operasyonda sadece Çetin Emeç ve Turan Dursun suikastlarında değil, Prof. Dr. Muammer Aksoy, Doç. Dr. Bahriye Üçok ve Uğur Mumcu cinayetlerinde de önemli ipuçları ele geçirildiği belirtildi. Artık devletin namusu temizlenecekti. Gene olmadı!