Ece Aksoy ne harika yazarmış meğer!..

Geçen hafta sonu sırf yazarını çok iyi tanıdığım ve çok sevdiğim için aldım kitabı elime.. "Yemekte Rüzgâr Var!." Yazan da Ece Aksoy.. Kırk yıllık dostum Ece.. Ece Bar'ın...

Geçen hafta sonu sırf yazarını çok iyi tanıdığım ve çok sevdiğim için aldım kitabı elime.. "Yemekte Rüzgâr Var!." Yazan da Ece Aksoy.. Kırk yıllık dostum Ece.. Ece Bar'ın Ecesi..
Kuruçeşme'den taşındığından beri görmedim, taa Egemen'li yıllardan çok sevdiğim dostumu..
Kısa hikâyeler yazmış Ece..
Sayfaları çevirdim, "Bu yeni hevesi neymiş hele bakalım" diye.. Elimden düşmedi.. Nasıl güzel yazmış..
Yahu bu kadının elinde 10 değil, 10 yüz marifet var.. Neye elini atsa başarıyor..
Yıllar yıllar önce Johannes Mario Simmel'in Papaz Her Zaman Pilav yemez adlı polisiye romanını bir nefeste okumuş, ardından ne kadar Simmel bulduysam almıştım.
Papaz ve Pilav'da Simmel, bir yığın yemek tarifini de romana sıkıştırmıştı. Ece de her öyküye yemek tarifleri koymuş..
"Hem okuyun, hem mutfağa girin" dercesine..
Bu tatil ayları pazarında kafanızı fazla sıkmadan bir örnek vereyim istedim..
"Kız Ahmet" adlı öyküyü seçtim kitaptan..
İçinde de, kefal ve pilav pişirmenin sırları var, sıkı durun!.

***

Yağmur, sanki son defa yağıyormuş gibi, gürültüyle, denizleri, gölleri boşaltıyor. Ahmet, sırılsıklam, pardösüsü ince uzun bedenine yapışmış, fötr şapkasından sular akıyor.
Boğos, kısa bacaklarıyla sık adımlar atıp yetişmeye çalışırken, kolunu dimdik havaya kaldırarak yükseltmeye çalıştığı siyah şemsiyesinin altına alamıyor onu; Ahmet çok hızlı yürüyor, kaçtığı yağmur değil.
- Akşama bir şey var mı?
- Dua var mı?
- Hoca ayarladın mı?
- Benim tanıdığım var istersen, fazla para istemez, ne verirsen...
- Doyurmak lazım.
- Yemek getiren çok olur.
Sahte bulduğu yakınlık... Ahmet daha da hızlanıyor. Tek sevdiği arkadaşı Boğos bile ona yetişemiyor.
Her zaman açık duran büyük demir kapıdan çıktığında arkasındakilerden epey uzaklaşmıştı. Duymuyordu şimdi konuşmaları... Onların gidebilecekleri yönün tersine yürüdü.
Taksiler, birikmiş suları eğlenircesine etrafa saçarak boş geçiriyordu.
Nefes nefeseydi. Korkarak arkasına baktı; Boğos çok geride, küçük adımlarla, kendi boyuna indirdiği siyah şemsiyesiyle koşuyordu.
Ahmet üzüldü. Ellerini ağzının kenarına koyup bağırdı:
Dön dükkâna. Akşam gelicem.
Çok yorulan Boğos durdu, şemsiyesini arkaya sarkıtıp, o da elini ağzının kenarına koydu:
- Söz mü?
Başıyla "söz" dedi Ahmet.
Yalnız kaldığına sevindi. Yağmur hafiflemişti.
Şimdi daha yavaş yürüyordu.
- Bu gece yalnız kalma bize gel.
- Bana gel.
- Annem seni sever, bilir misin?
"Defolun" diye geçirdi içinden.
"DEFOLUN" diye bağırdı biraz sonra. Daha on beş-on altı yaşında çocukken, isminin başına ekledikleri "kız" sıfatıyla babasına dünyayı zehir eden onlar değil miydi?
"Ayıp olur...", "Ne derler?", "Dikkatli ol!" diyecek kimse yoktu artık. Bu üç cümleyi savurdu çamurlu sulara, üstlerine basa basa geldi eve.
Kapının yanındaki siyah boyalı küçük askılığın ortasındaki oval aynanın sırları dökülmüştü.
Sağında solunda pembe, tek yapraklı karanfiller vardı. Çengellerden birinde annesinin bahçeye çıkarken giydiği bordo, iki yanında omuzdan başlayıp kalçaya kadar inen saç örgülü yelek asılıydı.
Sofrada yemek yerlerken aynanın üzerine asardı yeleği annesi.
Ahmet, sağ eliyle, emdiği suyla ağırlaşmış fötr şapkasını çıkarırken yeleği okşadı, çengeli aynanın üstüne çekti. Çamurlu pabuçlarını, pardösüsünü yere bıraktı, kemerini çözüp aşağı indirdiği pantolonunun üzerinden geçip, aslan ayaklı, krem dantel örtülü, ortasında beyaz emaye maşrapada sarı kasımpatılar duran masanın yanındaki iskemlelerden birine oturdu.
Ayaklarına baktı; tırnakları uzamış, kötü görünüyorlardı, iskemlenin altına çekti ayaklarını.
Sofaya açılan bej rengi yağlıboyalı yüksek kapıların biri yarı açıktı. Küçük köpekleri annesinin yatağında hareketsiz oturuyor, ona bakıyordu. Odaya doğru yürürken kendine baktı; ıslak beyaz donu, incecik kıllı bacakları, tırnakları uzamış ayakları...
Geri döndü, hızla dar, ahşap merdivenleri çıktı, çatı katındaki odasında yatağın ucuna oturdu. Başını eğip ellerinin arasına aldı, hıçkıra hıçkıra ağladı. Anılar kafasından zaman sırasız gelip geçiyor, başını kaldırıp durduğunda, gözüne çarpan her eşya, o ana kadar aklına gelmeyenleri sırasız dolduruyordu odaya.
Karşısındaki duvarda, sapı bir çiviye asılı babasının postacı çantası. Kahverengi deri, buruşmuş, çatlak yerlerinde açık kahveye dönüşmüş çizgiler... Çocukken. Öğle yemeği için eve gelen babasının yorgunluğunun çantayı taşımaktan olduğunu zannedip askısından tutup kaldırdığında, "Taşıyorum, ağır değil" demişti...
"Ağır oğlum ağır... Hem de çok ağır" demişti babası çorbasını içerken.. Biraz önce çantadan çıkarıp masaya koyduğu mektubu ona uzatmıştı. "Okumayı öğrendin, aç oku." Zarfı açmış, mektubu çıkarmış, babasının iki bacağı arasından dizine oturup okumuştu.

YAZININ DEVAMI
ÇOK OKUNAN YAZARLAR
YAZARIN DİĞER YAZILARI
En güzel manzara... İnsan!.. 23 Kasım 2022 | 4.132 Okunma Türk ve Norveç Halk Müziği’nde ortak noktalar!.. 24 Nisan 2022 | 300 Okunma Bugün için yazmak içimden gelmedi, inanın!.. 23 Nisan 2022 | 618 Okunma Domenec Torrent, hoca moca değil!.. 22 Nisan 2022 | 377 Okunma Pitbull dehşeti ve verilen komik ceza!.. 21 Nisan 2022 | 268 Okunma
TÜM YAZILARI
Yorumlar