Hepsini 1 Kasım hırçınlaştırdı
Ülkemizde yaşanan sancının temelinde güç ve yönetim zeminindeki aktörlerin değişmesi yatıyor. Buna eski Türkiye’den yeni Türkiye’ye geçerken aktörlerin değişimi de denebilir. Burada asıl soru...
Ülkemizde yaşanan sancının temelinde güç ve yönetim zeminindeki aktörlerin değişmesi yatıyor. Buna eski Türkiye’den yeni Türkiye’ye geçerken aktörlerin değişimi de denebilir.
Burada asıl soru, içeride aktörler değişirken, dışarının değişmeyen aktörlerinin nasıl davranacağıdır...
Türkiye’de güç ve yönetim aktörleri şöyle sıralanabilir: Siyasiler, emniyet-yargı-asker bürokrasisi, medya, iş dünyası, üniversiteler (akademi dünyası), sivil toplum örgütleri ve toplumun kendisi.
Türkiye değişiyor, “artık eski Türkiye yok” dediğimizde bu aktörlerin değişimini nazara almalıyız. Nasıl bir değişim bu? Cevabım, nehir yatağını buluyor...
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren resmi ideoloji ile iç içe geçmiş siyasi kadrolar kelimenin tam anlamıyla sivil değildi. 1946’da çok partili hayata geçinceye kadar zaten tek parti yönetimi ve “ebedi şef” vardı. “Şeflik” rahatsız edici değil, tam tersine övünülen, idealize edilen bir şeydi. Örtünen gerçekler 1950 seçimleri ile aydınlık görmeye başladı. İlk defa halk iradesi devreye girmişti ama statükonun karşısında tecelli eden bu irade, vesayetçi zihniyeti çok rahatsız etmişti. 1960’tan sonra darbe dönemleri başladı. Bu dönemi, 28 Şubat’tan da öte, AK Parti’nin kapatılmak istenip de “laiklik karşıtı eylemlerin odağı” denilerek cezalandırıldığı 2008 yılına kadar götürebiliriz. Evet, AK Parti 3 Kasım 2002’de iktidar olmuştu ama muktedir değildi. Ancak 12 Eylül 2010 referandumundaki yüzde 58 Evet’ten sonra muktedir olmanın zeminine çıkıldı. O zeminde de sivil iradenin gerçekten temsilcisi olmak için mücadele veren Erdoğan ve AK Parti kadrolarının karşısına, başka bir vesayet heveslisi, “Paralel Devlet Yapılanması” çıktı. Gizli ve uzun bir hazırlık döneminin ardından bu yapı kendini 7 Şubat 2012 MİT krizi ile gösterdi. Milli güçlerin karşısındaki koçbaşı artık değişmişti. Pensilvanya’dan yönetilen bir yapı, savunduğu yerli-milli-bağımsız olma iddiasını çiğneyerek, küresel güçlerden aldığı cesaretle hem de Erdoğan gibi bir lidere savaş açtı. Yapının, sırtını ABD’ye dayayan lideri, cuntacılarda bile görülmeyen bir cüretle, emniyet-yargı-medya ittifakı ile 17/25 Aralık darbesine teşebbüs etti. Ocak 2014’te MİT TIR’ları ihaneti ile yolun açılacağı hesaplandı. Yerel seçimlere giderken Türkiye’nin terör örgütlerine yardım ettiği iddiası, uluslararası mahkemelere taşınmaya kalkışıldı. Yerel seçimlerde Ankara ve İstanbul belediye başkanlıklarının CHP’ye geçmesi hesabı ile darbenin neticeleneceğine inandılar. Başaramayınca, seçim barajını aşması için HDP’yi desteklediler. Hedefleri AK Parti’yi tek başına iktidardan uzaklaştırmaktı. 7 Haziran 2015 seçimlerinde emellerine nail oldular. Aceleyle CHP-HDP restorasyon hükümeti istediler. Yine daha önceki hesaplarını her defasında bozan, tuzaklarını başlarına geçiren Erdoğan’a takıldılar. Cumhurbaşkanının liderliğinde koalisyon girdabına düşülmeden 1 Kasım’a gelindi.
İşte 1 Kasım 2015, 27 Mayıs 1960’tan beri vesayetin bütün aktörleri tarafından tahkim edilen statükonun ilk defa belinin kırıldığı tarihtir. 55 yıllık demokrasi yokuşunda ilk defa düze çıkıp nefes aldığımız tarihtir.
1 Kasım, millete cephe alan, sivil iradeyi bir türlü hazmedemeyen “bu ülke bizden sorulurdu, bunlar da nereden çıktı” diye perişan olanların susturulduğu tarihtir. Bugün birileri susmuşsa; ağızlarının, üzerinde 1 Kasım yazan millet bandı ile kapatılmasındandır...
1 Kasım 2015, kendimiz olarak, kendi değerlerimizle ayağa kalkmanın başlangıcıdır. Yeni Türkiye bundan sonra yeni aktörleri ile tahkim edilecektir. Siyasette, bürokratik oligarşi katmanlarında, medyada, akademi dünyasında, sivil toplum örgütleri zeminlerinde yaşayacağımız sıkıntıların, sancıların birinci sebebi 1 Kasım’daki zaferdir.