Ah be
Öyle dümdüz, apaçık, hiçbir söz sanatına başvurmadan, hiçbir dolaylama, hiçbir anıştırma yapmadan, öyle dümdüz, öyle apaçık ağlamak, ağlamak değil de anlatmak, sanki ikisi...
Öyle dümdüz, apaçık, hiçbir söz sanatına başvurmadan, hiçbir dolaylama, hiçbir anıştırma yapmadan, öyle dümdüz, öyle apaçık ağlamak, ağlamak değil de anlatmak, sanki ikisi aynı şeyler değilmiş gibi yaparak anlatmak ve ağlamak istiyorum aslında.
Burada, şu uçsuz bucaksız vadiyi gören bu uçurumda nefesimi bütün zamansızlıklara ayarlamaya çabalayarak durdum. Atlasam ateş, atlamasam zaten öldüm. Kaldım öylece. Kalakalmaların, kendinden başlayıp kendinde bitmelerin, rüzgarsızlığın, yelkensizliğin acısıyla etlerim morardı. Küçükken gizlice anlattığım şarkıların ve büyüyünce açıktan ağladığım siyah beyaz filmlerin arasından süzüldüm dünyaya. Dünyaya süzüldüm ben. Dünyayı sevmedim. Dokunamadım ona çünkü. Dokunamadıkça dokunaklı bir şiire dokunmasını beklediğim dünya, işte bu sefer etlerimi morartan, yaralarımı kokutan, dişlerimi döken bir düşmana dönüştü.
Sonra şöyle dedim: “Sen benim bağrıma otur.”...