Düşmanı denize döktük mü cidden?
Elbette döktük. Mustafa Kemal ve yoldaşları, Anadolu’nun baldırı çıplak, karnı aç, paltosu soğuk geçirir yorgun halkıyla, Yozgat’tan, Çankırı’dan, Erzurum’dan, daha bilmem nerelerden...
Elbette döktük. Mustafa Kemal ve yoldaşları, Anadolu’nun baldırı çıplak, karnı aç, paltosu soğuk geçirir yorgun halkıyla, Yozgat’tan, Çankırı’dan, Erzurum’dan, daha bilmem nerelerden gelen yiğit adamlarla 30 Ağustos’ta “Yunan gavuru”nu hakkını vere vere, eze eze denize döktü hem de. Ona şüphe yok.
O halde niçin soruyorum bu soruyu değil mi? Niçin “düşmanı denize döktük mü cidden?” diyorum.
Boşnakların kurucu lideri Aliya İzetbegoviç’in “savaş yenildiğinizde değil, düşmana benzediğinizde kaybedilir” dediği yerden başlayabilirim bu sorunun cevabına. Ama burası biraz beklesin.
İttihatçı eskileri, umutlu İslamcılar, sert milliyetçiler, yorgun askerler, Batıcı-aydınlanmacı bürokratlar, imanlı sosyalistler, dürüst dindar tüccarlar ve benzeri pek çok toplumsal katmanın bir araya gelmesiyle oluşan “kurtuluş savaşı insan kaynağı”, zaferle sonuçlanan Büyük Taarruz’un hemen ardından Türkiye’nin yönü konusunda çetin fikir ayrılıklarına, dehşetli tartışmalara giriştiler. Bu, zaferi elde eden “eklektik toplam” açısından başlaması neredeyse kaçınılmaz bir kargaşaydı.
Bu noktada Mustafa Kemal’in “Batı’ya, sadece Batı’ya, hep Batı’ya” diyerek işaret ettiği...