En çok saçlarında dağılıyor gökyüzü
Çünkü “göğe bezgin bakanların bir türlü öğrenemediği bir oyundur satranç” dediğimde bana bakıp güldün. Anlamaya çalışmıştım bu nice bir gülmekti. Bir anlam vermeye...
Çünkü “göğe bezgin bakanların bir türlü öğrenemediği bir oyundur satranç” dediğimde bana bakıp güldün. Anlamaya çalışmıştım bu nice bir gülmekti. Bir anlam vermeye çalışmıştım.
Satranç bilmiyordum, ama zaten satranç oynamakla ilgili değildim. Zweig okumuştum elbette. Ama ondan değil, bir şairden öğrenmiştim. Oynamayı değil, yanlış olmasın. İnsanlar şairlerden oynamayı değil, hayatta kalmayı öğrenirler.
Hayatta kalmam gerekiyordu. Hayatta kalırsam burada kalabilecektim. Ortamızda bir satranç tahtası ve uzun uzadıya susulabilen hamle arayışları… Sıra bende miydi? Bütün sıralar bendeydi. “İlk aşk gibi bir şeydir ilk açılış artık geri dönüş yoktur” diyerek sürdüm piyonumu. Madem açılışta iki kare gidebiliyordu piyonum, niçin gitmesin? Niçin ben bir serdengeçti, sen bir tekfur kızı olmayasın hem? Niçin girmeyeyim rüyana okuduğum ezanla? Niçin dayanmamayayım baban gâvurunun kalesine. Hem “yerine göre bir piyon da tufandır içinde hep bir vezir sürekli mahzun.”
Atını oynadın sonra sen. Atını sürdün geniş ovalarına ömrümün. Sen atını sürünce ben halimce bir İskender oldum. “Ün geldi ey İskender, çok acayip gördün ömrün tükendi, geri dön.”
Satranç tahtasına bakıp uzun uzun düşünmem gerekiyordu. Ömrümü uzatabilmem için direnmem gerekiyordu. Sen olmasan ömrün ne kıymeti var hem. Sen sürmesen fillerini muson yağmurlarının yıkadığı çayırlara ne önemi var ömrün. Hem ömür dediğin ne ki? Oyun dediğin ne ki? Çünkü “artık anlaşılmıştır günün akşamlılığı, kesin mat yok, iyi oyun vardır sadece.”
Güldün tekrar. Oyunu bilmediğimi anladın. Rahat bir galibiyet umdun da ondan güldün. Bıraktığım boşlukları gördün. Zaaflarımı gördün.