Filin getirdiği adam
Zamanlardan bir zamanda, mekânlardan bir mekânda, Abdullah’lardan bir Abdullah bir gemiyle Hind’e yahut Sind’e yahut Çin’e gitmeye karar vermiş. Rüzgârsız, pırıl pırıl bir günde Endülüs’ten...
Zamanlardan bir zamanda, mekânlardan bir mekânda, Abdullah’lardan bir Abdullah bir gemiyle Hind’e yahut Sind’e yahut Çin’e gitmeye karar vermiş. Rüzgârsız, pırıl pırıl bir günde Endülüs’ten yahut İskenderiye’den yahut Cidde’den gemiye binmiş. Demiş ki “fakirim, hiç param yok ama gitmek isterim.” Demişler ki “bu sabah bir tayfa hastalandı, yerine geçersen bin. Hind’de yahut Sind’de yahut Çin’de inersin.”
Gitmişler bir vakit. Altlarında mavi deniz, üstlerinde yıldızlı gök, gitmişler.
Derken kararmış deniz, derken kararmış gök, saklanmış yıldızlar. Karanlık sanki arşı kaplamış. Deniz köpürmüş, dalgalar yükselmiş, rüzgâr hızlanıp fırtınaya dönmüş. Geminin yolcuları birer birer adaklar adamaya, ahitler vermeye başlamışlar korkudan. Biri “kurtulursak vallahi bir daha şarap içmeyeceğim”, diğeri “kurtulursak yedi koyun keseceğim”, bir başkası “kurtulursak iki köle azat edeceğim” demiş.
Geminin kaptanı, tayfası, yolcuları… Her biri bir adakta bulunmuş. Ta ki geriye yalnızca Abdullah kalana dek... Diğerleri yaklaşıp demişler ki “sen de bir şey ada yahut bir şey ahdet ki tamamlansın tamamlanması gereken.”
Abdullah demiş ki “ben fakir bir adamım. Adayacak bir şeyim yok. Ahdedecek bir durumda da değilim.” “Olsun” demişler, “sen bir şey ahdet mutlaka.” Abdullah düşünmüş ve “kurtulursak asla fil eti yemeyeceğim” diye ahdetmiş. “Zaten yemeyiz ki biz fil eti, böyle ahit mi olur?” diye gülmüş etraftakiler. Abdullah, “vallahi aklıma böyle bir ahit geldi” demiş.
Fırtına, kasırgaya dönmüş o ara. Gemi, bir saman çöpü hükmünde kalakalmış koca denizde. Herkes “sonumuz geldi” diye düşünmeye başlamış. Tutunamayıp denize düşenler olmuş.