Hatme-i hacegân
Derler ki aşk hakkında konuşmaya başlamadan önce aşk hakkında söylenen ne varsa hepsinin münkiri olacaksın. Böyle yapmazsan aşkı anlayamazsın. Anlayamazsan aşk kendini asla ele vermez.Bil ki sevgili okuyucu...
Derler ki aşk hakkında konuşmaya başlamadan önce aşk hakkında söylenen ne varsa hepsinin münkiri olacaksın. Böyle yapmazsan aşkı anlayamazsın. Anlayamazsan aşk kendini asla ele vermez.
Bil ki sevgili okuyucu, bugünkü hikâyemizin kahramanı dahi aşktır. Ama sanma ki doğruyu söylüyorum. Aşk hakkında konuşan herkes sadece aynadaki yalanını çoğaltır. Şimdi lafı çoğaltmayalım ki öykümüzden haber edelim.
“Kibar evliya” dedikleri adam cinsinden bir sofiydi Mehmet. Kendisine sorulmadan konuşmaz, konuşurken karşısındakini incitmekten korkarmışçasına yumuşacık konuşurdu.
Hep jantiydi Mehmet. Hafif bol pantolonlarının üzerine en güzel trikoları bulur, tabansız deri ayakkabıları ile tamamlardı kıyafetini. Hele dergâha girip o güzelim örgü takkesini takınca derdin ki “olursa Hazreti Yusuf’un kardeşi böyle olur herhalde.”
Her gün mutlaka gelirdi dergâha. Babasıyla birlikte işlettiği büyük nalbur deposunu kapatıp yatsıya yetişir, namazdan sonra hatme-i hacegân halkasına girer, hatmeyi yaptıran vekil İbrahim abi “rabıta-ı şerife” diye ünledi mi gözlerini kapatır, birazdan başlayacak taş şıkırtılarına ve kalbine inecek sekineye hazırlardı kendini.
Dergâh dediğinin delisi de çoktur velisi de. Hatme başlayınca delilerle veliler bir olur, cezbenin bini bir paraya düşer, yine de kimse kendi cezbesinden başkasına müşteri olmazdı. “Allah, Hay, Hu, himmet, imdat, af” sesleri bazen İbrahim abinin “estağfurullah” seslenişini bile bastırırdı.