Haymatlos
Gümülcine’den beri sürüp gelirken köyleri görüyoruz. 500 yıldır, 600 yıldır Türklerin yaşadığı köyleri. Sonunda varacağımız köye gelip meydanda durduruyoruz aracımızı. Biz...
Gümülcine’den beri sürüp gelirken köyleri görüyoruz. 500 yıldır, 600 yıldır Türklerin yaşadığı köyleri. Sonunda varacağımız köye gelip meydanda durduruyoruz aracımızı. Biz durunca sabahın seher vaktinden beri bizi göstere göstere takip eden o mavi araba da duruyor.
Küçücük bir kapıdan geçip, güllerin, türlü başka çiçeklerin olduğu koca bir avluda buluyoruz kendimizi. Ortalık mis gibi temizlik ve çiçek kokuyor.
Mustafa Cambaz’ın tütün işinden dönen abisi karşılıyor bizi. Gülüşü, bakışı, o kaçamak duruşu aynı kardeşi. Sonra babası geliyor ilerden.
Kesik kesik konuşuyoruz. Cambaz’ın abisi genişçe gülümseyerek ‘neşeli adamdı’ diyor, ‘rahattı.’ ‘Doğru’ diyoruz. Kedi sevgisinden, gezmeye düşkünlüğünden, fotoğraf tutkusundan, devlet erkânıyla ilişkiyi pek sevmediğinden, iki kez başvurduğu halde vatandaşlık alamamasından, haymatlosluğundan; hepsinden vuruyor demimiz.
Sonra annesi geliyor. Yılların yorgunluğuna bir de oğul acısı eklenmiş. Artık o ihtiyarlıkla ne kadar sıkı sarılabilirse o kadar sıkı sarılarak ‘siz de benim oğullarımsınız’ diyor dördümüze de. Üzülüyor. Çok üzülüyor.
‘Köyde herkes tanırdı bizim oğlanı. Duruşu başkaydı da ondan’ diyor abisi. ‘Böyle sıskaydı, tatlı gülerdi. Okumaya gitti işte Türkiye’ye.’