Kavuşma
Havalimanında bekleyerek geçen dört saatin ardından girebilmiştik şehre. Çok yorulmuş, epey acıkmıştık. Saatimi kontrol ettim kalacağımız otele doğru ilerlerken. “Yatsı da kaçacak, sabaha kalacak...
Havalimanında bekleyerek geçen dört saatin ardından girebilmiştik şehre. Çok yorulmuş, epey acıkmıştık. Saatimi kontrol ettim kalacağımız otele doğru ilerlerken. “Yatsı da kaçacak, sabaha kalacak kavuşma” diye mırıldandım.
İstanbul’a bahar gelmemişti ama burası neredeyse yazdı. Otelin bahçesindeki masalara oturup inceden muhabbete çöktüğümüzde ta ilerde, ışıklarını seçtim oranın. Uzakta bir sevgili gibi geldi bana. Göz kırpıyor, işmar ediyor, “gelsene artık” diyordu.
Basık, boğucu, uyutmayan bir bahar havası ile boğuşmama; bu yüzden de sadece 2 saat kadar uyuyabilmeme rağmen saatin ilk 'tık'ı ile dikildim ayağa. Bizi bekleyen minibüse oturup yasladım kafamı cama.
O susamlı ekmeklerin geceyi zarif ve çok keskin bir bıçak gibi yarıp atan eşsiz kokusunu anlatabilmek ancak Suskind’i kıskançlıktan çatlatacak bir roman yazmakla mümkün olabilir.
Sokaktayım. Olmayı en sevdiğim yerde. Ekmek kokusundayım. Duymayı en çok sevdiğim kokuda. Ve bir incecik yokuştayım. Nefesimi bu şehrin nefesine uydurma telaşında.
Belli belirsiz bir zikre dönüştürüyor yokuş nefesimi. “Hu” diyorum. Her “Hu” başka bir “Hu”nun habercisi oluyor. Zikir nefes, nefes zikir ve enfes bir gecenin dibi... Ölecekse böyle ölmeli insan. Yaşayacaksa böyle yaşamalı.