Keşkelerden bir orman
Nefesini yorgun bir trenin yokuş çıkarken ıhlayıp pıhlaması gibi alıp veren yaşlı adam “yaralandığım yer orası değil asıl, o görüneni” demişti ilk gün. Bu nefes ritmini o kadar...
Nefesini yorgun bir trenin yokuş çıkarken ıhlayıp pıhlaması gibi alıp veren yaşlı adam “yaralandığım yer orası değil asıl, o görüneni” demişti ilk gün. Bu nefes ritmini o kadar benzetmiştim ki bir trene, hani birden o incecik kalkış düdüğü çalınsa koştura koştura son vagona yetişmeye çalışırdım.
Oysa “bir yerden başka bir yere gidecek” durumda değildik. İkimiz de “aynı yaradan iyileşmeyi” bekliyorduk bizi yerleştirdikleri yataklarda.
Daha doğrusu ben, yaşı henüz on sekiz bile olmamış, hani neredeyse bıyığı yeni terlemiş bir delikanlı olarak iyileşmeyi bekliyordum tabii. Ama yaşlı adamın “hayırlısıyla bu sefer ölmek”ten başka bir beklentisi olmadığını anlamıştım tez zamanda.
Hani umutsuz umutsuz konuşup sonunda “Allah canımı alsa da kurtulsam” diyen yaşlı insanlar vardır. Yaşlı adam onlardan biri değildi. O daha ziyade her sabah herkesten önce uyanıp, ellerini semaya açıp “Yarabbi, bugün bari al emanetini” diye sessizce dua edenlerdendi bence.
İkimizin de refakatçisi yoktu. Ben, aileme “ne gerek var, gündüzleri ziyaret saatlerinde gelseniz kafi” deyip konuyu kapatmıştım. Yaşlı adamın da kimi kimsesi olmadığını düşünmüştüm. Çünkü refakatçisi olmadığı...