Ölüm: O büyük eşitlik şarkısı
Geçtiğimiz pazartesi gün Ankara’daydım. Biraz alelacele, biraz apar topar oldu yolculuğumuz çünkü epeydir kanser illetiyle boğuşan eniştemizin vefat haberi geldi. Allah rahmet eylesin, dimdik yaşamış, çok...
Geçtiğimiz pazartesi gün Ankara’daydım. Biraz alelacele, biraz apar topar oldu yolculuğumuz çünkü epeydir kanser illetiyle boğuşan eniştemizin vefat haberi geldi. Allah rahmet eylesin, dimdik yaşamış, çok güzel bir adamdı rahmetli.
Bir kere daha yazmıştım. Ölüm, bu topraklarda büyük bir kabulleniş biçimidir. Cenaze evine yemek götürülmesini ve bu yemeklerin o evde birlikte yenilmesini “iğrenç” bulan yeni nesil ahmakları saymazsak bu kabulleniş, toplumun her kesimi için böyledir. Bize hayatı hatırlatan en basit etkinliği yerine getirir ve yemek yeriz. Üstelik “acıyan yerimiz başka, acıkan yerimiz başka” diyerek yaparız bunu. Başka ne yapsak, başka ne eylesek üstesinden gelemeyeceğimiz ölümü, yan yana dinelerek, sohbet ederek, salavat getirerek, Kur’an okuyarak, birlikte yemek yiyerek atlatırız.
Fakat bugün size başka bir ölüm manzarası anlatmak niyetindeyim.
“Cenaze, öğle namazını müteakip Karşıyaka Mezarlığı’na defnedilecek” denildi. Bu devasa mezarlığın zagonunu bilen akrabalarım tarafından şiddetle uyarıldım. “Arabanı camiden olabildiğince uzağa park et, öğle namazını olabildiğince arka saflarda kıl.”
Tahmin ettiniz tabii. Çok kalabalık oluyormuş öğle ve ikindi namazlarında mezarlığın camisi. Çıkışta arabayı çıkarıp da definin yapılacağı mezarlığa yetişememe durumu bile oluyormuş kalabalık nedeniyle.
Eh, akraba sözü dinledim elbette. Arabayı uzağa park ettim; namaz yaklaşınca da son cemaat yerine, ayakkabılıkların hemen önüne çöktüm.