“Omuzlarında solan bu gök için neler yapabilirim?”
Adam büyük ihtimalle ellili yaşlarının ikinci yarısında... Hem çok zengin, hem de ağır abi. Pahalı rugan ayakkabılarından, kendisine yakışmayan aşırı pahalı baklava dilim montundan varıyorum bu...
Adam büyük ihtimalle ellili yaşlarının ikinci yarısında... Hem çok zengin, hem de ağır abi. Pahalı rugan ayakkabılarından, kendisine yakışmayan aşırı pahalı baklava dilim montundan varıyorum bu sonuca. Bir de yürüyüşünden tabii… Gövde hafif öne eğik, kollar iki yana olabildiğince açılmış ve her an belindeki emanete ulaşması gerekecekmiş gibi tetikte.
Kadın en iyi ihtimalle yirmi sekiz yaşında. Çok güzel. Burada ‘güzel’ kelimesinin bütün çağrışımlarını getirin aklınıza. Fakat bir kırgınlık var üzerinde. Bir çekingenlik. Çok üzülmüş de, o üzgünlüğü bir türlü geçmiyormuş gibi sanki.
Dört arkadaş çorba içiyoruz bir yol üzeri lokantasında. Dünyaya yetişmeye çalışıyoruz. Yine de ben bu ikisini görünce “dünya beklesin” diyorum, “bekleyebilir.”
Onlar da çorba alıyor. Adam, self servis tepsisini iterken elini tutuyor kadının. “O eli bir daha bırakmayacakmış” gibi tutuyor, ama kadın hemencecik, hatta biraz sertçe çekiyor elini. “Keşke şu masaya otursalar da biraz daha izlesem” diye geçiriyorum içimden, “şu hikâye dilencisine bir öykü bahşetseler keşke.”
O masaya oturuyorlar. Çorbayı unutup öyküler düşlüyorum.
Birincisi şöyle.