Sen misin yorgun?
“Yorgunum” dedin. Her hikâyenin “yorgunlukla” bitmesi gerektiğine dair o anlamsız inancı nereden edindiğini bir kez bile düşünmeden, elindeki bıçağı sapladığın yerin kanayacak olmasını...
“Yorgunum” dedin. Her hikâyenin “yorgunlukla” bitmesi gerektiğine dair o anlamsız inancı nereden edindiğini bir kez bile düşünmeden, elindeki bıçağı sapladığın yerin kanayacak olmasını umursamadan, birini öldürmeyi öylesine telaşsız, öylesine soğukkanlı şekilde başarabilmenin katillikten başkaca bir anlam taşımayacağını hesaba katmadan durdun ve öyle dedin işte: “Yorgunum.”
Bu kelime, aslında kelime değil, bu cümle üzerine düşündüm. İlk ulaştığım sonuç şu oldu. Yorgundun ve yorgun olman sana yalnız kalma hakkını doğal olarak veriyordu. Burada böylece her şeyi yüzüstü bırakma hakkın oluyordu yorgun olarak.
Eh, kim olsa anlayış gösterirdi yani. Kim olsa “madem bunca yoruldun ve madem yalnızlık yorgunluğuna iyi gelecek. Peki” deyip başını eğer, usul usul yürürdü.
Fakat şu kadarını fark etmem çok uzun sürmedi. Yalnızlık insanın yorgunluğunu azaltmaz, artırır. İnsanın yorgunluğunu yine ve kesinlikle bir başka yorgun anlayabilir ve alabilir böylece o yorgunluğu. Hem insan insanın zehrini de alır. İnsan insanın gönlünü de…
Tekrar düşündüm o cümle üzerine. Belki de şuydu değil mi? Sen yorgundun ve yorgunluğunun sebebi üzerine uzun uzun düşünerek, seni yoranın kim olduğunu buldun ve ona dedin ki: “Yorgunum.”
Evet ve elbette olabilir, başa gelebilir bir şeydi bu. Seni yoruyor olabilirdim. Yorgunluğunun sebebi olabilirdim. Bilerek ya da bilmeden… Bilerek olsa sıkıntı büyük tabii... Fakat bilmeden bile olsa ne fark eder? Sonuçları bakımından değişen ne var ortada? Hiçbir şey.