Türkiye’nin tam ortasındaki devasa obruk
Yeni Şafak Gazetesi Yazarı İsmail Kılıçarslan'ın bugünkü (12.11.2022)''Türkiye’nin tam ortasındaki devasa obruk'' başlıklı yazısı.
Ajanslara düşen haber şu: Toprağın çökmesiyle meydana gelen obrukların sayısının 2 bin 600’ü geçtiği Konya’nın Karapınar ilçesinde AFAD ile Ankara Üniversitesi, “Obruk Eylem Planı” hazırlayacak.
Obruk, biliyorsunuzdur, toprağın zamanla kendi içerisinde boşluklar oluşturup yer altına doğru çekilmesiyle oluşan boşluğa, daha doğrusu karstik yer şekline verilen isim.
Obrukların oluşumunda jeolojik, hidrojeolojik ve meteorolojik unsurlar başat rol oynuyor. Ancak uzmanlar, Karapınar gibi ilçelerde oluşan obrukları daha ziyade “yer altı suyunun bilinçsiz kullanımla azaltılıp yok edilmesine” bağlıyorlar.
AFD ve Ankara Üniversitesi’nin cevabını arayacağı büyük soru daha ziyade “yeraltı sularını oyuna tekrar nasıl sokabiliriz?” olacak gibi görünüyor.
Bu, burada bir dursun.
“Yeraltı suları” oradaki varlığını hep bildiğimiz ve doğru kullanıldığında ovalarımızı bereketli vahalara dönüştüren sular. Ama “doğru kullanıldığında.” Eğer yer altı sularımızı bilinçsiz şekilde çarçur eder, boşa götürürsek ovalarımız bereketini kaybedip kuraklaşıyor.
Bir milleti “millet olma katına çıkaran” asıl meselenin adına da tam tamına “sahip olduğu yeraltı suları” diyebilirmişiz gibi geliyor bana. Yerin altında kendisine yer bulan devasa bir birikimle millet oluyor milletler. Bu birikimin oradaki varlığını bilmek ve o birikimi doğru kullanmak. Meselemiz tastamam budur.
“Meselemiz tastamam budur” da, bugün Türkiye, yaşadığı derin ve korkutucu zihinsel çölleşmenin ne nedenleriyle ne de sonuçlarıyla yüzleşiyor. Bir kısmımız yeraltı sularımızın varlığından bile haberdar değilken, bir kısmımız da yeraltı sularımızı heba etmek için elinden geleni yapıyor. Hâlbuki bizimki gibi milletlerin boşa götürecek tek bir damla suyu olamaz, dahası olmamalı.
“Türkiye’nin tam ortasındaki devasa obruk” bana öyle geliyor ki günden güne büyümeye de devam ediyor. Artık neredeyse hiçbir meseleyi, ama hiçbirini kendi yeraltı sularımıza güvenip onu doğru şekilde kullanarak çözemiyor, bir doğru yere bağlayamıyoruz.
Açık konuşmak gerekirse bunun böyle gerçekleşmesinde üç ana etken var bence.
Birincisi, Kamalist vesayetin meselelerimizi sağlıklı şekilde tartışmak ve bir yere bağlamak konusunda gösterdiği akıl dışı, bağnazca direnç. Bu 10 Kasım’da, TRT Türkü Radyosu’nda Mustafa Kemal’in radyolarda Türk müziği icrasını yasaklamasını Aka Gündüz’ün olağanüstü zırva teorileriyle aklamaya çalışmak tam böyle bir şey mesela. Ya da 10 Kasım’da çocuklarımızı puta secde ettirir gibi Atatürk’e secde ettirmek tam böyle bir şey mesela.
İkincisi, küresel kültür endüstrisinin popülerleştirdiği tartışma duyarlılıkları tam da küresel kültür endüstrisinin belirlediği şekilde konuşmaya olan bitmek tükenmek bilmez iştahımız. Hayvan hakları, çevre, insan ilişkileri, kişisel gelişim ve daha pek çok konu başlığını sadece “tevarüs edilmiş bir tercüme” ile tartışıyor ve asla sağlıklı sonuçlara bağlayamıyoruz.
Üçüncüsü ise, Türkiye’de belli dönemlerde değişimin ve entelektüel gelişimin motor güçleri olmuş İslamcı, sosyalist, milliyetçi ve benzeri ideolojik yönelim gruplarını yaşadığı derin ve büyük savrulma. Tabiri caizse o devasa obruğu görüyor ve her seferinde kenarından dolanarak obruğu yok sayabileceğimize dair bir kanaat geliştiriyoruz.