“Vazifemiz beddua değil, hidayet temennîsidir”
Üstadın beddua edip etmediği sualinin cevabını bizzat kendi ifadelerinde aramaya devam edelim:Bunlardan biri, “Eşedd-i zulüm ile, bir eşedd-i istibdat tarzında, şahsımı hiç ömrümde görmediğim ihanetlerle...
Üstadın beddua edip etmediği sualinin cevabını bizzat kendi ifadelerinde aramaya devam edelim:
Bunlardan biri, “Eşedd-i zulüm ile, bir eşedd-i istibdat tarzında, şahsımı hiç ömrümde görmediğim ihanetlerle çürütmekle damarıma dokundurulduğu halde tahammül ettim. Hattâ beddua da etmedim” (Tarihçe, s. 868) cümlelerinde.
Keza bir mektubunda kendisinden “şedit düşmanına karşı menfì hareket etmeyen ve hattâ onunla meşgul olmayarak, bedduayı dahi etmeyen bir adam” (age, s. 806) diye söz eden Üstad, bakanlıklara, Diyanet’e ve Temyiz Reisliğine yazdığı dilekçede de kendisi için “şiddet-i şefkatinden masumlara, ihtiyarlara zarar gelmemek için kendisine zulüm ve tâzib edenlere beddua etmeyen bir adam” (age, s. 882) ifadesini kullanıyor.
Bu mananın geniş izahını şu cümlelerde görüyoruz: “Risale-i Nur mesleğinin esası olan şefkat itibariyle, bir masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden cânilere değil ilişmek, hattâ beddua da edemiyorum. Hattâ en şiddetli ve garazla bana zulmeden bazı fâsık, belki dinsiz zalimlere hiddet ettiğim halde, değil maddî, belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat men ediyor. Çünkü o zalim gaddarın ya peder ve validesi gibi ihtiyar bîçarelere veya evlâdı gibi masumlara maddî ve manevî darbe gelmemek için, o dört-beş masumun hatırına binaen, o zalim gaddara ilişmiyorum; bazan da helâl ediyorum.” (age, s. 803)