Hamit Kaplan
Bir ara “Maltepe’deki Salonumuz” diye bir fotoğraf sergisi açmayı düşündüm. Gölbaşı Sineması’nın altındaki spor salonumuzda tanıdığım şampiyonlara ya da yakınlarına...
Bir ara “Maltepe’deki Salonumuz” diye bir fotoğraf sergisi açmayı düşündüm. Gölbaşı Sineması’nın altındaki spor salonumuzda tanıdığım şampiyonlara ya da yakınlarına ulaşacak, bu salonda çekilmiş fotoğrafları toplayacaktım. Yan tarafından inen uzun merdivenlerden başlayarak binanın yapılış öyküsünü Sessiz Şampiyon’da da anlattım. Bir, üç, beş değil, onlarca dünya şampiyonunu tanıdım burada. O uzun merdivenleri inerken, önümde yürüyenler arasında en az dört beş dünya şampiyonu, arkamdan gelenler içinde gene en az dört beş dünya şampiyonu olurdu. Balkan şampiyonlarını, Akdeniz Oyunları şampiyonalarını da katarsak, önemli dereceleri olmayanlar nerdeyse azınlıktaydılar. Biz acemiler de ustalarımız gibi dünya şampiyonu, olimpiyat şampiyonu olma düşleriyle aynı mindere ter döküyorduk. Romanını yazdığım köy enstitülü şampiyon Ahmet Bilek’i de o günlerde tanıdım.
Sözünü ettiğim fotoğraf sergisi için akıl danıştığım, kapısını çaldığım ilk şampiyon Ahmet Ayık oldu. Elinde o salonda çekilmiş fotoğraf var mıydı acaba? Yazık ki yokmuş… Varmış ama saklayamamış. Ahmet Ayık saklayamadıysa, ötekilerde bulma olasılığım çok zayıftı. Projemi başlamadan bitirdim. Kimseye kızamadım… Kızacaksam kendimden başlamalıydım. O salonda çekilmiş fotoğraflarımı ben saklayabildim mi? Üç fotoğrafım vardı, iyi anımsıyorum. Birinde rakibin sol el bileğinden ve sol bacağından tutup kaldırmışım, içten sarmayı takıp köprüye getireceğim. Mustafa Dağıstanlı’nın yalnız bize değil, dünyaya öğrettiği bir oyun bu, Türklere özgü. İkincisinde en mutlu ânım, hakem elimi kaldırmış galibiyetimi ilan ediyor. Üçüncüsünde, üstümüzde eşofman birkaç arkadaş tribünde maç izliyoruz. Fotoğrafları kaybetsem o kadar üzülmeyeceğim, daha kötüsünü, daha akılsızcasını yaptım. Sevgilisinden ayrılan bir ergen gibi güreşi bırakmaya karar verince yırttım. Üstelik de iki yıl içinde Ankara bölgesi gençler şampiyonu olmuştum. Bu fotoğraflara baktıkça o günlere yeniden dönerim, yeniden başlarım diye yırttım. Güreşi bıraktıktan sonra dönmek kötüdür, yendiğiniz adamlara yenilirsiniz. Uzun süre güreş salonlarına girmedim; minderlerden gelen ter kokusu başkadır; buğulanan kas demetleri arasından çıkan gücün kuvvetin kokusu burnunuza çarpınca dayanamazsınız, güreşmek istersiniz.
Türk güreşinin altın yıllarının büyük efsanesi Hamit Kaplan’ı da bu salonda tanıdım. Kocaman ayaklarıyla yürüyüşü, iri cüssesi, gülümseyen masum yüzü gözlerimin önünde… Alnında kat kat, üst üste binmiş birkaç deri vardı sanki. O zamanki ağır sıkletler şimdikiler gibi bebek yüzlü değillerdi, sonradan ehlileşmiş yaratıklar gibi ürkerdiniz, ancak şampiyonumuzun sıcak gülümseyişi onu bizden biri yapıverirdi. Türkiye’deki rakiplerinin sanırım hepsinden uzundu. Türkiye şampiyonaları için İstanbul’dan geldiğinde birkaç maçını izledim. Rakipsizdi o günlerde. En büyük sıkıntısı kendisine antrenman verecek aynı kiloda güreşçi bulamamasıydı. Dört kez Kırkpınar şampiyonu olan İbrahim Karabacak bile eline hafif gelirdi; bir tek Süleyman Baştimur, eh, biraz o dayanırdı. Mehmet Okur’un anne tarafından dedesi olan bu güreşçi yazık ki particiliğin, siyasetin kurbanı oldu. Topkapı Olaylarında İsmet Paşa’yı linç etmek isteyen kalabalığın başında görüldüğüne Hasan Pulur gibi gazeteciler tanıklık edince, Süleyman Baştimur’un spor yaşamı Yassıada’da bitti. Böylece Hamit Kaplan’a antrenman verecek güçlü bir ağır sıklet kalmadı. İki stilde de güreşen, aynı müsabakalarda iki stilde de mayo giyen nerdeyse tek güreşçimizdi Kaplan. Sanırım daha sonra bir başkası da olmadı.Her iki stilde en çok madalya kazanan güreşçimizdir hâlâ.
Rahat güreşiyordu, soğukkanlıydı, telaşsızdı, dengeliydi. Kendine güveni tamdı, çok erken yaşta kazandı bu öz güveni. Podyumda yürür gibi yürüyordu rakibin üstüne. Ne çok hareketli, ne durağandı güreşi. Genellikle tek dalar ya da göğüs çaprazıyla rakibini yere indirirdi. Yerde de rakibin kafasına basıp burgu takıyordu.
Güreş geleneğinin güçlü olduğu Amasya-Çorum bölgesinde çayırlarda başladı güreşe. Doğduğu köy yurtlarından sürgün edilen Çerkezlerin kurduğu Hamamözü… Çerkezler güreş sever bir halk, bir tesadüf mü bilmiyorum, güreşin sevildiği bir bölgede, doğru bir yerde yurtlandırılmışlar. “Dayı” dediği Adil Candemir de buralı, hem akrabası, hem hocası, güreşte ilk ustası… 1952 yılında birlikte Ankara’ya geldiler. Adil Candemir’in iyi bir güreşçi olacağına inandığı bu genci ilk yıllarda Yaşar Doğu beğenmedi. İstanbul’dan iş bulundu, Demirspor’da antrenmanlarına devam etti. Adil Atan, Muharrem Candaş gibi şampiyonları geçmek kolay olmadı, ama sonunda ay yıldızlı mayoyu çekip aldı onlardan.
1955 yılında yabancılarla yapılan bir karşılaşmada, radyodan onun için; “Omuzu dar, kumaşı bozuk!” diye konuşan Eşref Şefik’e Adil Candemir 10 Ocak 1955 tarihinde şu mektubu yazar: