Hocam Prof. Dr. Gündüz Akıncı
Bir öğrenci yüksek lisans tezi olarak almış hocam Gündüz Akıncı’yı, bana da sorular yöneltti. Hocam hakkında hep yazsam diyordum…Aklıma gelen bütün iyi ve güzel sıfatları art arda sıralasam...
Bir öğrenci yüksek lisans tezi olarak almış hocam Gündüz Akıncı’yı, bana da sorular yöneltti. Hocam hakkında hep yazsam diyordum…
Aklıma gelen bütün iyi ve güzel sıfatları art arda sıralasam, gene de yetersiz kalacaktır Prof. Dr. Gündüz Akıncı’yı anlatmak için. Benim Bir Başka Şehir romanım çok kıyımlar yaşanmış olan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin romanıdır. Hocam Gündüz Akıncı şöyle bir görünür romanımın iyileri arasında. İlkin Bey’dir bu romandaki adı. Bu güzel insanı yazarken, uzun uzun düşündüm onu anlatacak en güzel sözleri bulmak için. Her sözü beğenmedim, çoğu güzel sözler sıradan geldi bana, iyi demek, beyefendi demek, yardımsever demek yetmedi. Sanırım gene hocamın bize sevdirdiği bir yazarda, Falih Rıfkı’da buldum onu anlatacak en güzel sözü. “Kalbi toz tutmaz” diye anlatır Falih Rıfkı bazı insanları, işte hocam Gündüz Akıncı bu tip insanlardandı, kalbi toz tutmazdı. Şairin dediği gibi, iyilikten başka bir şey gelmezdi elinden. Yanlış anlaşılmasın bu sözüm. Yumuşak başlı görünürdü, ama ne zaman dik duracağını, kafa tutacağını, katı olacağını da iyi bilirdi.
İyilik etmekten hoşlanırdı. Odasının açık kapısından, koridorda şaşkın şaşkın dolaşan birini görse, dışarı çıkar, derdini sorardı. Yani derdi olan ona geleceğine, o derdi olana giderdi yardım için.
Derslerinde en önde oturan öğrencilerdendim. Kürsüde oturmazdı pek. Sınıfta en ön sıra hocamıza ayrılır, sıranın üstüne oturur, öyle anlatırdı derslerini. Üstünde saçlarıyla uyumlu, gri tonlarında bir takım elbise olurdu. Elinde mutlaka bize göstereceği, sevdireceği, inceliklerini anlatacağı bir iki kitapla gelirdi. Kuru bir bilim insanı değildi, sanatçıydı, şairdi. Bir deneme tadı vardı derslerinde. Öykülerle, anekdotlarla bezeyerek anlatırdı derslerini. Sokrates gibi felsefenin uluları da vardı bu öykülerde, çok sevdiği memleketi Şavşat’tın yerel kahramanları, renkli insanları da… İlk evliliğinden olan büyük oğlu askerdeydi o günlerde, para gönderecekmiş, bu iş için koca sınıftan beni seçti. Odasına çağırdı, parayı verdi, “telgraf havalesiyle” göndermemi istedi. Düştüm postanenin yoluna, ama büyük bir sorumluluk almışım gibi kafam da karıştı. Telgrafla para nasıl gönderilir? Hayatımda postaneden hiç para göndermemiştim. Neyse ki postanedeki memur bu işleri biliyordu. Biz de öğrendik, telgraf havalesiyle para çok çabuk gidermiş!.. O günlerde bir başka ayrıcalık daha yaşadım hocamın derslerinde, herhalde bir sorusuna verdiğim yanıttan sonra Tevfik Fikret’le ilgili güzel bir kitabı bana imzalayıp armağan etmişti.
1970 yılında fakülteyi bitirdim, Amasya Lisesine edebiyat öğretmeni olarak atandım. DTCF’ye okutman alınacağını duydum, sınava girmek için başvurdum. Adaylar arasında asistan ağabeylerimizden birin eşinin de olduğunu öğrenince, kapıdan dönüp gidecektim. Hele de hanımefendi sınavın yapılacağı sınıfa asistanlar odasından çıkıp gelince iyice moralim bozuldu. Gündüz Bey gibi hocalar işte böyle zamanlarda gösterirler ilkelerini, iki gün sonra sonuçlar açıklandığında sınavı ben kazanmıştım.
Yüksek lisans aşamasında hocamın gene öğrencisi oldum. Çürük Kapı adını verdiğim ilk öykü kitabım o günlerde yayınlanmıştı. Yakup Kadri’nin Yaban’ını okuyorduk sınıfta. “Dağarcığına yemeğini koydu” gibi bir cümle geçer bu romanda. Bu cümleye takıldım. “Hocam, dağarcığa yemek konmaz, azık konur, keşke azık sözcüğünü kullansaydı yazar” dedim. Başka bir hoca olsa, sen kim oluyorsun da Yakup Kadri’nin dilini beğenmiyorsun diyebilirdi. Tam tersine hoşuna gitti söylediğim. “İşte sanatçı!” diye bir güzel de onurlandırdı beni.