Olimpiyatlara bir hayalimiz eksik gidiyoruz

1936 Berlin Olimpiyatları’nda ilk altın madalyayı aldığımız gün Atatürk’ün en mutlu gününü yaşadığı anlatılır. Ulusal marşımızın yurtdışında ilk kez...

1936 Berlin Olimpiyatları’nda ilk altın madalyayı aldığımız gün Atatürk’ün en mutlu gününü yaşadığı anlatılır. Ulusal marşımızın yurtdışında ilk kez büyük bir kalabalığın önünde okunması ömrünün son günlerinde Mehmet Akif’in de en büyük mutluluğu olmuştu. Atatürk’ün Dolmabahçe’de Berlin’den dönen sporculara verdiği yemekte sohbet sırasında, “Çavuş sizi iyi karşıladı mı?” sorusunu ilk olimpiyat şampiyonumuz Yaşar Erkan yanlış anlamış, kendisinin çavuş yapılacağını sanmış. Ata’nın Hitler’den “Çavuş” diye söz ettiğini sonra öğrenmişler.

Güreş, olimpiyatlarda hâlâ Türk sporunun lokomotifidir, 1980 sonlarına dek olimpiyat kürsülerinin üst basamaklarında yalnız güreşçilerimizi gördük. Bu gün de en büyük altın umudumuz onlar. Adını Taha Akgül ile birlikte andığımız Rıza Kayaalp yazık ki bu yarışın dışında kaldı, bizi üzdü. Gerçekten yüz yılda bir karşılaşabileceğimiz usta bir güreşçi, büyük bir yetenektir Rıza, hem kişisel hem kurumsal anlamda büyük bir hatanın kurbanı oldu. Paris’teki madalya hayallerimizden biri eksildi.

Rıza Kayaalp’ın olimpiyat serüveni yıllar önce kendisini yakından tanıdığım Hüseyin Akbaş’ın öyküsünü anımsattı bana. Hüseyin Akbaş defalarca dünya şampiyonu oldu, ama olimpiyatlarda bir türlü birincilik kürsüsüne çıkamadı; ikinci, üçüncü oldu, altın madalyaya uzanamadı.

Olimpiyatların ve modern güreşin ilk romanlarını yazmak bize kısmetmiş; yazarlığım bazı arkadaşların deyişiyle “Gecekondu Ağalığı”ndan “Güreş Ağalığı’na doğru evrildi. Zaman zaman şampiyonlar arasında geçen günlerime, ya hiç başlamasaydım ya da devam etseydim, diye üzülürdüm. Yazarlık böyle bir şey işte, yaşadıklarınız sizi bırakmaz. Aynı çevreyle yıllar sonra mayomla değil kalemimle yeniden buluştum.

A. Ayık’ın başında bulunduğu Türk Güreş Vakfı üyesiyim, Güreş Federasyonu onur kuruluna seçilen ilk edebiyatçı olmak da ayrı bir mutlukluktur. İki romanımda ve Cumhuriyet Sporunun Zafer Abideleri adını verdiğim portreler kitabında Hüseyin Akbaş’ı “Güreşin Paganini’si” diye anlattım. Onu da gençliğimde güreş yaptığım yıllarda tanıdım.

Paganini’nin bir kolu sakattı, sakat koluyla çaldığı kemanı kimse çalamazmış, sakat kolunda “şeytan olduğu” söylenirmiş. Hüseyin Akbaş’ın da bütün marifeti sakat bacağındaydı. Paganini’nin kemanda yaptığı doğaçlamayı o minderde gösterdi. Gençliğinde sol bacağı iki kez kırılmış. Bir dünya şampiyonasında aynı bacağın üçüncü kez kırıldığını, kırık bacakla şampiyon olduktan sonra yurda koltuk değneğiyle döndüğünü yakın arkadaşı Tevfik Kış’tan dinledim. Toledo’da Finli güreşçi baş edemediği sakat bacağını kırmak için, dünya güreşini o sakat bacaktan kurtarmak için bütün hırsıyla saldırmış, kırmış da… Ancak Akbaş 3. kez kırılan bacağıyla Finliyi yendi ve minderden bir kez daha dünya şampiyonu olarak indi.

YAZININ DEVAMI
ÇOK OKUNAN YAZARLAR
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Anılar, düşler, düşünceler 03 Eylül 2024 | 91 Okunma Bir güreş kurultayı düzenlenmeli 20 Ağustos 2024 | 213 Okunma Şirin Payzın’dan çok şirin cümleler 06 Ağustos 2024 | 572 Okunma Olimpiyatlara bir hayalimiz eksik gidiyoruz 23 Temmuz 2024 | 1.303 Okunma Sahiplenemediğimiz sözcükler 09 Temmuz 2024 | 1.284 Okunma
TÜM YAZILARI
Yorumlar