Aile içi eğitimin maneviyatı (2)
70’li yılların başında okula başladığımda, ev ödevi olarak sınıf öğretmenimiz üç madde yazdırırdı. Üçüncüsü her zaman şu olurdu: “Çok çok...
70’li yılların başında okula başladığımda, ev ödevi olarak sınıf öğretmenimiz üç madde yazdırırdı. Üçüncüsü her zaman şu olurdu: “Çok çok çalış!” Beş yıl boyunca aynı sınıf öğretmenimiz bu ödevi son madde olarak vermeye devam etti.
Gelgelelim yıllar geçtikçe bu son madde giderek bende biriken bir suçluluk duygusuna dönüşüyordu. Nereden bakarsanız bakın, diğer ödevleri zar zor yapıp bitirince bir de çok çok çalışmaya vakit kalmıyordu herhalde. Vakit olsa canım istemiyordu. Canım istese üşeniyor, bir an önce başka bir şey yapmak istiyordum.
Dahası, bir türlü zihnimde netleşmiyordu: Ne yaparsam acaba “çok çok çalışmış” olacaktım? Ya ben çok zannederken az olmuşsa? Sonra mesela ödev yaptıktan sonra kitap ve dergi okurdum. Acaba bunlar okul ödevi olarak “çok çok çalışma”ya dahil oluyor muydu?
Televizyon öncesi zamanlardı. Telefon bile evlere daha yeni yeni giriyordu. Bilgisayara internete cep telefonuna sanki daha asırlar vardı. En anlamlı ‘kendini yetiştirme kabiliyeti’ biz çocuklar için kitap okumaktı.
Ama işte bütün bu soruların yüküyle ezilir, bir türlü çok çok çalıştığıma ikna olmazdım. Bu sebeple de bir ödevimi eksik bıraktığım ve bundan hiç sorgulanmadığım için sorumluluk duygum zedelenirdi. Vicdan azabı duyardım.
Düşünüyorum da ne kadar naifmişiz. Sorumluluk duygumuz verilen ödevi en yetkin haliyle yapıp yapmadığımızı sorgulamakla bile devreye girebiliyormuş. Şimdi bakıyorum, internetteki sitelerden indirilen ev ödevlerini dahi başkalarına (ebeveynlerine bile) hazırlatarak mezun oluyor öğrenciler.