Candaki kurban sırrımız
Hac mevsiminde milyonlarca hacıyla birlikte kalbimizin ‘kara nur’una değip kendimizle buluşmaya niyet etmiştik. Dönüyor dönüyorduk insan selinin içinde. Ta ki aslımıza / O’na kavuşalım. Biriciktik ve o kadar da...
Hac mevsiminde milyonlarca hacıyla birlikte kalbimizin ‘kara nur’una değip kendimizle buluşmaya niyet etmiştik. Dönüyor dönüyorduk insan selinin içinde. Ta ki aslımıza / O’na kavuşalım.
Biriciktik ve o kadar da bir’dik. Birimiz eksik olsak hakikat tamam olmayacaktı.
Böyle sonsuz içerideyken, bir anda Kâbe’ye inen basamaklarda bir hacının boylu boyunca uzandığını fark ettim. Bir Afgan veya Peştun olabilirdi. Üzerinde hardal renkli yerel bir giysi vardı. Merdivene baygın bir şekilde boylu boyunca uzanmıştı. On kişilik bir yer kaplamıştı en az. Çok cılızdı, belki midesini tıka basa dolduracak bir şeyler yemeyeli aylar olmuştu. Takati kalmamış gibiydi.
Bense büyülenmiştim. Onu bu halinin “ölmeden önce ölün” hadisinden mülhem benliğimizi yok etme mücahedesinin somut bir tezahürü olarak görmüştüm oracıkta. Nefsini teslim almış, onu terbiye etmiş birinin sırrını taşıyordu. “Sen çıkarsan aradan kalır seni Yaradan” sözünün canlı misaliydi. Fakr halindeydi.
Tabii bunlar benim kişisel yorumum, manada gerçeği tabir edecek ehil biri elbet haddimi bildirirdi bana. Ama cahilce olduğunu bile bile bende açtığı gerçeğe yaklaşmaya çalışıyordum.
Hacı, büyük bir şevkle Kâbe’yi seyrediyordu yattığı yerden. O an farkına vardım. O insan selinin ortasında ona öyle bir genişlik bahşedilmişti ki. Rabbim mekânı ona öyle bir açmıştı ki. Kimse ona çarpmıyor, ona değmiyor, ona takılıp düşmüyordu. Kimse onun işgal ettiği yerden şikâyetçi değildi. Mekân onun hizmetine verilmişti.