Dil var dilden içeri!
Bir kardeşim yazdığı hikâyenin başlangıç kısmını benimle paylaşıp görüşümü sordu. “Yetmez, bu kadarcık metinle gönlümü yoklayamadım” dedim. Ama o bu kadarcık...
Bir kardeşim yazdığı hikâyenin başlangıç kısmını benimle paylaşıp görüşümü sordu. “Yetmez, bu kadarcık metinle gönlümü yoklayamadım” dedim. Ama o bu kadarcık cümlelerden kendi açılışını yaptığını hissetmiş, o sebeple fazla müdahale etmedim. Beklentilerimiz elbet aynı olmak zorunda değil okuduklarımızdan.
Acizane yazmanın her biçimiyle bir arada yaşadım yarım asırlık hayatım boyunca. Üstelik çılgınlık gibi gelebilir ama her an. Eğer benim gibi “ne yazıyorsun” dediklerinde “roman yaşıyorum” diyenlerdenseniz! Evet, kelimeler canlıdır.
Onları yazarken konuştum, nefes çekmeyi öğrendim, nefsimi bilmeye başladım. Daha ilk hecede, ilk adımdayım ama olsun. İddiam yok. Yazı yoluyla gerçeğe yaklaşmak benim yazgım ve bu da şeylerin, kişilerin ve olayların içinde olmamla ilgili.
İçinde olamadığım kelimenin ağzını açamıyorum. Samimi olarak nefsimden geçiremiyorum. Üstelik içinde olmadığım şeylerin bütününe vakıf olamadığımdan, illa içeriden bakmak için odaklanmalı, kendimi vermeli ve gereken bütün bedeli ödemeyi de göze almalıyım. Çoğu zaman kan ter ve gözyaşı bunun vergisi. Böyle yaşayayazdım, gerçeğimi(zi) böyle yazabiliyorum, çoğu zaman hiç tuşlara basmadan!
***
Yazının farklı biçimleriyle hemhal olmaktan bahsetmiştim evet. Günlük ile başladım, ilkokul ikiye gittiğim yıl. Ve hikâyeden denemeye, spot ve başlık çıkarmaktan mülakat yapmaya, dergi yazarlığından muhabirliğe, tercümeden gazete haberciliğine, dergi kapağı tasarlamaktan gazetenin ilk sayfa editörlüğüne, söyleşiden zihin akışına, gönül akışına, olay kurgulamaktan hal kurgulamaya, öyküden romana, hayalden rüyaya, meselden masal formuna, şiirden kırık düzyazıya. Hangisini derseniz deyin yazma kalıplarından hiçbirine yabancı olamam. Bilmediklerim, henüz tecrübe etmediklerim de dâhil buna.